27.09.2007

Deliler Teknesi
Sayı:5

Sanatın Dinamikleri…….2
Editörden/Aydın Şimşek….3
Elias Canetti/Avcı Sürücüsü.......5
Hasan Ali Toptaş/Okurun Okuru Olmak…..6
Vefa Önal/Okursunuz, Ama Nasıl Okursunuz…..8
Önder Okay/Aşkın Fotoğraf Albümü/Şiir………….11
Ağlayan/Şiir/Çev. Nice Damar…..12
Hüseyin Atabaş/Bir Hastalığın Günlüğü Gibi….13
Hüseyin Avni Cinozoğlu/Ağlama Duvarı Önünde…..16
Mehmet Sadık Kırımlı/Eylül Sokağı…….17
Çiğdem Sezer/Psikanaliz…….18
Hakan Cem/Müzik ve Edebiyat……19
Ronalt Bartes/Dil Ütopyası…..21
Hüseyin Tüzün/euploia…..22
Alper Akdeniz/Bir Keman Taksimi…..23
Hayri K. Yetik/Kendime Geldim…..24
Özkan Kula/Hatıranın İcadı…….25
Yasin Erol/Ah Benim Gençlik Ülkem…..26
Ersan Erçelik/Rock Manifesto….27
İbrahim İspir/Madem ki…..28

Dosya: 12 Eylül ve Sanat-Edebiyat

12 Eylül ve Toplumsal Sonuçları….30
Reyhan Yıldırım/Hürriyet Yaşar ile Söyleşi…..34
Mahmut Temizyürek/12 Eylül ve Şiir…..39
Kemal Gündüzalp/Direniş Öyküleri….46
Hikmet Yılmaz/12 Eylül ve Romanlarımız….49
12 Eylül İdam Mektupları….59-60-61
Serdar Koç/TURNUsol……62
Saba Kırer/Tankların Senfonisi…..64
Hülya Soyşekerci/Eylül’ ün Gölgesi…..71
Aydın Şimşek/80’ lerden 90’ lara Şiirimiz…..75
Hüseyin Atabaş/12 Eylül’ ün Edebiyata Ettikleri…….79
Günseli Tiftikçi/ Asmayalım da Besleyelim mi?......82
Yeşim Ünal/12 Eylül Hukuku…….83
Zeynep Sönmez/80’ler Sineması (Genel Çekim)……85
Yasemin Şengör/12 Eylül Şiddeti…..87

Çocuklar İçin Denemeye Değer

Ayla Kutlu ile Çay Saati (Söyleşiyi Hazırlayanlar: Mavisel Yener, Aytül Akal, Nilay Yılmaz)…. 90

Öyküler

Ali Balkız/Muhtar…..97
Musa Dinç/Görü(Ö)cü……100
Kısa Öykü Üzerine…..102
Bilge Öngöre/Siyah Kuğu…..103
Majit Reşit Uvayid/Aba…..107
Ayşe Akaltun/Ütülü Gömlek…..109
Genç Sayfam…..110
Gürkan Gür/Sinekli Masal…….111
Ece Yurdakul/K.N.P.A.E.D.S…..113
Özge Gökçek/Gökkuşağı Bedenimle Karşılaştığım Yine Aynı Gece…..114

Gümüş Şiir Eki/Şükrü Erbaş

Şükrü Erbaş Biyografisi….116
Ahmet Telli/Şükrü Erbaş’ ın “Unutma Defteri”…….117
Adnan Satıcı/Cehennem Olan Kim Varsa……..119
Şükrü Erbaş/Şiir…….120
Necmi Selamet/”İnsan Sevmezse Ölür”….121
Şükrü Erbaş/Şiir….123
Şükrü Erbaş Hakkında Yazılan Yasılar……124
Emel İrtem/Şükrü Erbaşla Söyleşi….129

26.09.2007

Serkan Türk
Uzak Yaz (Öykü)


14.09.2007

Kime Ne Derdi


‘İnsanlar vardır/ insanlık kadardır..’
Nevruz Uğur-

için..


küflü incir tanesi yüzünün dolaştım çevresini
derya gözlerime daldı, kırıldıkça asil
havanın tok nefesini üfledi rüzgar

dağıldı seslerim dalgasından

kötülük bu ya! O tandır tan ki durulmaz
gülün dikine biten -yalnızca-
yolu sırtında yücelirmiş dağların

kalbin kırılgan uykusunda yıllar

bir avuç tuz kurdu gibi saklı
gemilerine evler yapsa da yağmur
kapanıp gece ağlar içinde yosunlarına

geçiş zaman sohbetlerinde sözcüklerin konuk

çakır aynasını kırdım göz çukur sularımdaki
küflü incir tanesi yüzünü
gördüm:

söz bitti! söz eski bir mesel şimdi!

ah kalbim, yalancı kalbim, kime ne derdi
sadakatinin..


i. deniz aslan

8.09.2007

ÖLDÜK ŞİİR DOĞUMLARINDA

Şebnem, gamzesinde gülüyordu yaşamın
yüzü çukurlanıveriyordu sık kez, şaire
Düşmek kalıyordu salt mavi tonunda aşklara

(şiir nikâhlarının kıyılacağı masalar, nereye
Konulabilir ki denizin kıyı ile öpüştüğü
o derin el çizgisinden başka)

Üstelik pengueni kuştan sayarak sağdıç yaptık nedense,
Frak giydirdik, ayakta kal dedik insan gibi
— insan güzeldir çünkü / özeldir yaratılışta -

nedimeyi sorduk güney kutbundan deliren rüzgarlara,
es geçtiler sırtlarında baygın güneş

Kuş gözünden çıktı uzak beyazın yorgunluğu

sağaldı sanatoryum çekildikçe yeşilin kalbine


(baktım yurdumun güneşi hasta ziyaretine geliyor her gün,
pencereden sıcak öpüyor)

ve şahitlik yaptık
gül çiçeklerine konmuş tüm kelebekleriyle
kanatlandırdık dünyanın altını üstünü

öldük şiir doğumlarında..



A.Uğur Olgar

TÜRKİYE’DEKİ ARAP MÜZİĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Murat ÖZYILDIRIM

Çalışmanın başlığı, ülkemizdeki Arap kökenli vatandaşlarımızın müziklerini incelemek için seçilmiştir. Türkiye’deki Arap yurttaşlarımızın güzel müziklerini, “güneydoğu” ve “güney” olarak iki ana başlıkla incelemek müzikal değerlendirme açısından ayrım ve tanımlamalar için kolaylık doğurmaktadır; “Güneydoğu” başlığı içine Siirt, Şanlıurfa, Mardin ve “Güney” başlığı içine Mersin, Adana ile Hatay illerimizdeki sanatçılar ve şarkılar incelenmeye çalışılmaktadır.

1) Türkiye’nin Güneydoğusunda Arap Müziği’nin Durumu

Şanlıurfa, Siirt ve Mardin’in Arap müziğindeki geçmişini nitelendiren başlıktaki yerler, bu müzik türünde Suriye ve Irak’a daha yakındır. Bunun yanı sıra, söz konusu kentlerin kadim zamanlardan beri klasik müzik makamlarını bilen ve dahası bunlara sadık, büyük müzik ustaları yetiştirme başarısı gösterdikleri unutulmamalıdır. Şanlıurfalı en ünlü kaynak kişiler arasında kabul edilen rahmetli Bekçi Bakir (Bakir Yurtsever 1908–1985) Arapça ve Kürtçeye, Türkçe kadar vakıftır. Bu konuda “Kalan Müzik” tarafından çıkartılan “Urfa’dan Üç Musiki Ustası” CD’sinde yer alan bir – iki eski kayıt örnekler dinlenilebilir; örneğin “Ya Rabbi bi’l Mustafa meqasidena” (kaside).

Öte yandan Mardinli müzik ustalarının da hem eski hem de çağdaş kayıtları eserler, www.mardinsehri.com web sayfalarından dinlenilebilir. Burada, Mardinli Hafız Abdurrahman’ı rahmetle anmak lazım gelir, okuduğu klasik eserlerin bazılarını Suriyeli büyük üstad Sabah Fahri de seslendirmiştir. Yine Süryani Keman ustası Tuma Tüfekçi, ud, kanun gibi klasik sazlarla Arapça okuyan bir başka sanatçı olarak Mardin’in en değerli müzik ustaları arasında sayılmalıdır ve sanatçının eski kayıtlarına hala ulaşılabilmektedir. Tüfekçi, birçok Arapça şarkıya da kaynak kişilik yapmış ve “Teri ye Hamame”, “Hasen” gibi türküler ondan derlenmiştir.

Bugün Mardin ve yakın çevresinde Arapça şarkı okuyan yerel sanatçılar arasında Reşit Muse, Münir Hesen, Veysi Latto okudukları parçalarında saz ve org kullanıyorlar. Ayrıca yine sazla halk müziği okuyan ve Arapça müzik yapan başarılı yerel sanatçılardan Aynkef (Batman - Karacapınar) Aşıkları (Aynkefli Hüseyn ve Ahmet Çetto) adlarını burada belirtmek isterim.

Bugün Mardin’deki yerel sanatçılardan Semir Ortaç’ın klasikle çağdaş arasındaki çalışmaları ilginçtir. Parçalar bazı klasik çalgılar, org ve vurmalı çalgılarla birlikte birkaç kişiden oluşan koro eşliğinde okunmuştur. Genel olarak Mardinli sanatçıların okuduğu Arapça eserlerin karşılığını Suriye’de bulmak zor değildir; “aynik ala jaretna”, “keyfe anni” vs. bilinen örneklerdir. Ayrıca Siirtli olan Müslüm Gürses’in “Sevda Yolu” (1986) adlı kasetinde, çalışmaya adını veren “Sevda Yolu” şarkısını Arapça okuduğu da bilinmektedir . Bu bölümde adı geçen şehirlerimizin, ilk söyleyeni belki de hiçbir zaman bilinemeyecek ama çok yaygın okunan Türkçe ve Arapça aynı türkülere sahip olduğunu da belirtmek gerekir. Şanlıurfa’da da Seğdun Cabir’in en çok dinlenen sanatçılar içinde olduğu bilinmektedir. Özellikle Halep ve Kamışlı, müzikleriyle bu kentlerimizdeki Arap müziğini etkilemiştir.

2) Türkiye’nin Güneyinde Arap Müziği’nin Durumu

Bölgesel değerlendirmenin bu alanına giren yerleşimlerin en batısında Mersin kent merkezi yer alır. Sırasıyla Tarsus, Adana, İskenderun ve Antakya vardır. Adı geçen yerleşimler, Arap müziğinde Suriye ve Lübnan etkisindedir. Ancak müzikleri mesela Suriye’nin kuzeydoğusunun (Kamışlı gibi) müzikleriyle benzeşmemekte, Lazkiye ve Beyrut’la benzerlikler göstermektedir . Ancak Klasik Arap müziği konusunda buraların durumu nedir? Bugün müzik anlayış ve zevki nasıldır? Eldeki kayıtlar, bu bölgenin eskilerdeki Arap müzik zevki hakkında doyurucu bilgi verememektedir. Özellikle Mersin ve Adanalı kentsoylu yaşlı Arap yurttaşlarımızın, halkın bir dönem, Ümmü Gülsüm, Ferid el Atraş gibi Arap müziğinin büyüklerini severek dinledikleri bir vakıadır. Mersin ve Adana’da 1930’larda halkın bol Arapça şarkılı Mısır filmlerine rağbetinin artması sonucu tek parti yönetiminin ülke genelinde Arapça sözlü filmlerin Türkçe dublajsız oynatılmasını yasakladığı bilinmektedir. Bu dublaj komedisinin sadece konuşmalara değil şarkılara da uygulanması sonucu Saadettin Kaynak gibi bestekarların bu filmlerdeki şarkılar yerine, Türkçe sözlere beste yaptıkları bilinmektedir.

Bölgede, günümüzün beğenilen en büyük sanatçısı kuşkusuz Feyruz’dur. Yine George Wassouf, Sabah Fahri, Wade es Safe, Ali el Dik beğenilenler arasında sayılabilir. Bilindiği gibi bu sanatçılar Suriyeli ya da Lübnanlıdır. Bugün güneydeki Arap yurttaşların birçoğu, ilgi bakımından klasik Arap müziği zevkinden oldukça uzaktır. Bugün Hatay’da ismi çokça anılan ve Arapça eserler okuyan yerel sanatçılar, Metin Gümüş (Gümüş Kardeşler), Ayhan Bağdat, Nevzat Polat, Mehmet Polat, Semir Ray ya da Mersin – Kazanlı’da “Arap Sülo” gibi isimler klasikçi değillerdir.

Bugün, Türkiye’de Arapça Müzik İcracıları olarak anılması gereken bu isimler –tıpkı Türk meslektaşlarında da görülebileceği gibi- org, elektrosaz ve başta darbuka olmak üzere vurmalı çalgılara eşlik eden birkaç hanım, erkek ya da korolarında her ikisi karışık olarak bulunabilen seslerle şarkı söyleyen müzisyenlerdir. Okunan eserlere eşlik eden sazlar içinde elektrosaz vardır, ama ud, kanun ya da keman yoktur. Bu yönüyle güneydeki Arap müzikleri güneydoğuda yapılan müziklerden tamamen ayrı özellik göstermektedir.

Bölgede Mersin, Adana ve Hatay’da bugün genel olarak söylenen Arapça şarkılar, günün modasını yakından izleyen Türkiye, Suriye ya da Lübnan eserleridir. Bunlar, genelde Arapça okunmakla birlikte bazen yarısı Türkçe yarısı Arapça ya da tamamen Türkçe söylenebilmektedir. Yerel sanatçılar kasetlerinde, Ankara misket havalarına varana kadar Anadolu motiflerini değerlendirmektedir. Elektrosaz kullanımı, bu anlamda tüm bölgeyi sarmıştır. Arapça okunan şarkılar arasında bazen bir “maval” (uzun hava) okunmakta, genellikle eserlerin son kısımları orgdan yapılan vurmalı çalgı ses taklidiyle son bulmaktadır. Durum öylesine mekanize hal almıştır ki zılgıtlar bile orgdan çalınabilmektedir.

Yapılan Arapça çalışmaların geneli oyun havası niteliğinde, tamamen eğlenceye dönük, zengin makamlı klasik Arap müzik içeriğinden yoksun ve ruhu acımasız tüketim toplumuna hitap eden son derece geçici günlük çalışmalardır. Büyük çoğunluğu, değil yıllar sonra arayıp bir yerlerde bulup dinlemek, aylar sonra bile ömrü bitmiş olacak seçkiler ve ne yazık ki özensiz müziklerdir. Özellikle Hatay, anavatana en son katılan yer olmasına karşın müzik alanında makamlı eserlerden uzaklığıyla son derece şaşırtıcı bir özellik göstermektedir. Bu nedenle makamların iyi bilindiği Halep’in yakınlığına karşın müzikal etkisinde kaldığını söylemek çok doğru olmayacaktır.

Bunu güneyde kırsalda yaşayan halkın ve yerel sanatçıların klasik bilmemesi, dinlememesi ve dolayısıyla geleneğinde olmaması açıklayabilir. Ama kırsaldan kente geldiğinizde güneydeki Arap kentsoylu yurttaşlarımızın neden klasikten uzaklaştığının açılımı belirsizdir. Belki Türk Sanat Müziği eserleri, kolay ulaşılabilirlikleriyle, klasik eserler için dinlenen müziği oluşturmuştur. Arap ve Türk klasik müziklerindeki makam benzerlikleri bilinmektedir. Üstelik birçok aynı eserin iki toplum arasında okunduğu bilinmektedir . Ayrıca Klasik saz icracılarının yerine yenilerinin gelemeyişiyle Arapça klasik eserlerin zaman içinde unutuldukları da düşünülebilir. Konu üzerinde tartışmalar geliştikçe daha doğru yorumlar yapılabilir.

Ancak, bölgede bugün anlaşılmaz ve tartışılması asıl gerekli olan, klasik sorunu değil otantiklikten uzaklaşmanın oluşturduğu sorundur. Hem yorumlar, hem kullanılan çalgılar bu sorunun açık ispatıdır. Hatay, Mersin ve Adana’da altmış yıl evvel sözgelimi org kullanılmıyordu. Pekiyi ne çalınıyordu, ne söyleniyordu? Buralardaki kent merkezlerinde eskiden Arapça şarkılarda ud, kanun çalanların bulunduğu bilinmektedir. Kırsal bölgelerdeyse müzik gelişimi başlangıçta zemir (micvez), darbuka, davul gibi çalgılarla sürdürülürken, bugün elektronik çalgıların ağırlığı, heryerde açıkça görülmektedir. Bunda Türkiye, Suriye ve Lübnan’da da durumun aynı olmasının kuşkusuz etkisi olmuştur. Anadolu’nun bölgeye etkisi de bir gerçektir. Saz kullanımındaki yaygınlık bunu gösteren önemli bir olgudur. Ama bilindiği gibi saz, Suriye ve hatta Lübnan’da da çalınmaktadır.

Grup olarak Türkiye’de ilk kez tamamı Arapça eserlerden oluşan CD’yi çıkaran Grup Nidal klasikçi değildir. Ancak grubun çalışmasını yukarda adı geçen isimlerden ayrı değerlendirmek gerekir. Bu konuda bir ilke imza atmayı başarmaları ülkemizde Arap müziğinin geniş kitlelere içimizden insanlarca duyurulması açısından ayrıca önem taşımaktadır. Hatay vurgusu Nidal’in CD’sinde yapılırken, bu ilk çalışmalarında ne yazık ki bütün eserlerin Hatay’ın özgün eserlerinden seçilmediği görülmektedir. Özellikle Lübnan müziğinin etkisi çalışmaya damgasını vurmuştur. Çalışmada Lübnanlı iki sanatçı, Marcel Khalife ve Feyruz’un etkisi şarkı seçimlerinde açıkça hissedilmektedir. Nidal, bir grup çalışması olarak çok ilginç bir sonuç ortaya koymuştur. Ancak parçaların, gerek kullanılan çalgılar, gerekse şarkıların üslup bakımından içerdiği çağdaş hava nedeniyle, otantik duruştan uzakta olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle yorumlanan parçalar Antakya ya da İskenderun çevresinin özgün türkü / şarkı özelliklerine ne kadar yakındır tartışılır. Ama bütün bunların ötesinde, Grup Nidal’in müzik çalışmalarında güneydeki Arapça okuyan yerel sanatçıların yaptığı çalışmalardan tamamen başka bir yönde ve sağlam adımlarla ilerledikleri de bir hakikattir. Eleştirilerime karşın yaptıkları albümün günümüzden on yıl sonra da dinleneceğine kuşkum yoktur.

Sonuç olarak, Türkiye içinde Arap müziğinin günümüzdeki durumunu incelerken “Güney”in örneğin batı Suriye (özellikle Lazkiye) ya da Lübnan (ağırlıklı olarak Beyrut) ile daha yoğun müzikal ilişki içinde olmasına karşın klasik makam kullanımından uzaklaşmış olduğu görülmektedir. Bugün yaşayan sanatçılar, güncel şarkıların yorumunu yapmaktadır. “Güneydoğu” bu yönden, gerek sıra geceleri gerek yöresel sanatçılar bakımından daha köklü bir geçmişe sahiptir. Klasik çalgılar açısından daha şanslıdır ve bugün de klasik geleneği daha iyi koruma çabasındadır. Ancak burada da klasik sazların yanında elektronik müzik aletlerin kullanımındaki hızlı artış dikkati çekmektedir.



Genel Kaynakça:

• Cantek, L., Türkiye’de Mısır Filmleri, Tarih ve Toplum Dergisi S. 204, İstanbul, 2000.
• Danielson, V., “The Voice of Egypt”, Chicago, ABD, 1997.
• Özyıldırım, M., “Ümmü Gülsüm”, Cumhuriyet Dergi, İstanbul, 2001.
• Özyıldırım, M., “es sett 100 yaşında”, Milliyet Sanat Dergisi, İstanbul, 2004.
• Özyıldırım, M., “Doğumunun Yüzüncü Yılında Ümmü Gülsüm: Şarkın Sönmeyen Yıldızı”,
 Orkestra Müzik Dergisi S. 353, İstanbul, 2004.
• Touma, H., H., Die Musik der Araben (çev. M. Şahiner), Internationales Institut für vergleichende Musikstudien
 Heinrichsofen bücher ilhelmshaven, Almanya, 1999.
• Tournier, M., Altın Damla, Ayrıntı Yay. İstanbul, 1996.
• Turan, N., S., “Mısır’da Ulusal Bir Sembolün Oluşumu “Mısır’ın Dördüncü Piramidi: Ümmü Gülsüm”, Folklor Edebiyat Dergisi Cilt 12, S. 46, İstanbul, 2006.

Web siteleri

• http://omkalsoum.sitemynet.com
• http://www.etnikmuzik.com
• http://flag.blackened.net/kara/research/arabesk/
• http://www.brinkster.com/cemakas/muzikdevrimi.htm

CEZAEVİ AŞÇISI

Alper AKÇAM

Cezaevi’nin aşçısı kim?” diye sordu ürkek bir kadın sesi. Küçücük lokanta salonunun masalarına sığışmış, içine ekmek doğranmış mercimek çorbasını kaşıklamakta, üstüne karabiber ekilmiş pilav üstü az nohutu yüzlerine vurmuş derin hazlarla yemekte, ya da az sonra önüne gelecek “az kes”i beklerken ekmeğine tuz ve karabiber ekip ilk lokmalarını atıştırmakta olan tümü de erkek müşteriler topluca kaldırdılar başlarını.
Kadının iki elinden de birer çocuk eli tutuyordu. Birisi kısa tıraşlı, kepçe kulaklı, dört beş yaşlarında bir erkek çocuğu, diğeri saçları iki yanda özenle örülüp beyaz kurdeleler takılmış altı yedi yaşlarında bir kız…
Başörtülüydü kadın. Zayıf, çelimsizdi. Üstündeki açık renkli pardösünün içine yaralı bir kuş gibi sığınmıştı. Ürkek gözlerle çevreyi süzüyordu. Kadın cezaevi aşçısı kim diye sorduktan sonra sustu. Herkes sustu. Kaşık sesleri duruldu. Bir bardağa su kondu. Kesik bir öksürük duyuldu.
Yemeklerin konduğu tezgâhın arkasında duran adam kıpırdadı. Kırçıl bıyıkları daha da dikilmişti sanki kadının sorusunu duyunca. “Ustam bak bakalım buraya” diye seslendi arka tarafa doğru. “Geldimmm! Hemmen geldim!” dedi arkadan bir ses… Kalın bir erkek sesiydi duyulan. Lokantaya neşe katmaya çalışan bir tiyatro oyuncusu gibi iki yana yalpalayarak çıkageldi sesin sahibi. Herkesle birlikte kadın da ona baktı.“Cezaevinin aşçısı siz misiniz?” diye sordu kadın gelene.
İçeriden gelen adam, ellerini kirlenmiş beyaz önlüğüne kurularken, gülümsemesi yitiverdi yüzünden. Kısa bir tereddüt geçirdi; sonra da “evet” dedi. Bir ad söyledi kadın. Tam duyamadı masalarda oturanlar. Cezaevinde yatmakta olan bir adamın adı olabilir miydi dediği?
Öyle geldi kulak misafiri olmuşken her şeyi tam duyamayan müşterilere. Belki lokantanın aşçısı da kısa bir süre önce cezaevinde yatıyordu da şimdi çıkmış, bu lokantada işe girmişti.
Belki…
Yine herkes sustu. Kaşık seslerinin canı sıkılmış gibiydi suskunluktan. Bardaklara akan su da hoşnut değildi durumdan.
Tam herkesin yeniden sustuğu bu anda, “Ben ne yiyeceğim şimdi?” diye sordu şen, şakrak, yabancı ve yeni bir ses. Dış kapıdan yeni giriyordu adam. Uzun boylu, kravatlı, saçları iyiden iyiye kırlaşmış, efendiden biriydi.
Kaşıklar, sular, bardaklar, kesilmiş ekmek doldurulmuş naylon kaplar kıpırdadı. “Bakın İsmail ağbimin sorduğuna” diye bağırdı tezgâhın arkasındaki adam. Elindeki kepçeyi yemek tepsilerinden birine daldırıp büyük bir zevkle karıştırmaya başladı. “Bakın da neler yapmışlar? Barbunya pişirmişler misler gibi”. Sonra bir kevgir aldı eline, başka bir tepsideki yemeğe uzandı. “Ciğerler kızartmışlar, insanın ciğerini yakar bu!”
Ne yiyeceğini öğrenmiş olan yeni müşteri gülümseyerek geçti yerine. Her öğün, ne yiyeceğini, hep o tezgâhın arkasında duran kır bıyıklı adam belirliyor olmalıydı.
Belki…
Başörtülü kadınla cezaevinin aşçısı olması gereken adam alçak sesle bir süre daha konuştular. Kadın tam dönüp çıkacakken “az eylen yenge” dedi, belki de cezaevi aşçısı olan… Birer küçük sandviç ekmeğinin içine kesik döner parçalarından doldurdu, üzerine dönerin yağından gezdirdi, çocuklara uzattı.
* * *
Geldi gitti kadın. Gitti geldi kadın. Yanında ve birer elinde hep o iki çocuk... Para verdi kimi gün. Kimi gün parası yoktu. Her gelişinde çocuklar döner ekmek yediler, az az.
Gitti kadın gelmedi. Kadın gidip gelmedi. Geçti günler aradan. Günler kimseye hesap sormadan, kimseye olup biteni sezdirmeden geçip gitti. Uzun boylu kır saçlı adam her gün geldi aksatmaksızın. “Ne yiyeceğim ben?” diye sordu. Kevgirler karıştırdı yemek tencerelerini. İnsanlar sustuğunda kaşık sesleri, bardaklara boşaltılan sular, tuzluklar, ekmek kapları, yutkunmalar, utangaç ağız şapırdatmaları konuştular birbirleriyle. “Bakın neler yapmışlar?” diye sordu küçük lokantanın patronu olması gereken adam.
Bir adam geldi bir gün. Elinde iki çocukla. Adam kısa saçlıydı. Çocuklardan birisi kepçe kulaklı, saçları uzayıp birbirine karışmış dört beş yaşlarında erkek, diğeri de karmakarışık saçlı, kansız yüzlü altı yedi yaşlarında bir kız. Örüksüz, kurdelesiz…
Bir ad sordu çocukların elinden tutmakta olan adam tezgâhın arkasında durana. Bir daha sordu.
“Bilmem. Gitti. Nereye gitti, bilmem” dedi tezgâhın arkasındaki.
Çocuklar dönere bakıp yutkundular. Yutkundular, küçük ekmekle kesik döner parçaları yiyormuş gibi. Dönerin yağı da gezdirilmişti yutkunmanın içine.
Adam çocukların elinden sertçe çekti, çıkıp gittiler. Gittiler. Gidip gelmediler.
Belki…

18 Kasım 2006, Bartın
YAZAR TARİH DIŞINA DÜŞERSE

Cengiz GÜNDOĞDU

Romanlarda, öykülerde yazarın bilinciyle, eserin izleği arasında kimileyin çelişki çıkar. Bu çelişki anlatılırken Balzac’tan örnek verilir. Lukacs, bu konuda şöyle der, “Balzac’ı büyük bir insan yapan şey, gerçeklik kendi kişisel düşüncelerine, umutlarına ve isteklerine karşı gitse de onu betimlemedeki sarsılmaz dürüstlüğüdür.” (1)
Balzac aristokratların, burjuvazi ile uzlaşıp, toplumu biçimlendirmesini savunuyordu. Döneminde burjuvazi, aristokrasiyi tarihten siliyordu. Buna karşın Balzac romanlarında aristokrasinin “resmi yazarcığı” olmadı.
Peki ama, siyasal açıdan ilerici sayılan bir yazarın eseri, izleksel açıdan ille de ilerici midir.
Türkiye’de sanatta star sistemi yapılanması içinde yer alan yazarlara bakıldıkta, bunun böyle olmadığını görüyorum. İlk elde şunu söylemek gerekiyor. Kapitalizmin adını vermeden kapitalizmin sonuçlarına karşı çıkan bu yazarlar, star sistemiyle kapitalist pazar için üretim yaparlar. Yazdıkları romanlar, öyküler birer metadır.
Bu yazarlara tek tek sorulsa aydınlık bir dünyayı savunurlar. Ama, sözgelimi Kar’da ılımlı islamı önerir Orhan Pamuk. Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi’nde hiçliği olumlar.
Selim İleri Hepsi Alev’de tarihin hiç değişmediğini dillendirir.
Ilımlı islam, sıfırlanmış insan, tarihin olduğu yerde kalması... bu görüşler aydınlık dünyayla nasıl bağdaşabilir.
Edebiyat insan araştırmasıdır. İnsanın çeşitli durumlarının nedenleriyle anlatılması, insana, topluma doğru bir bakışı zorunlu kılar.
Yazar, öznel durumunu, insanın nesnel durumu diye göstermez. Balzac, aristokratik ideolojiyi savunur ama, aristokrasiye övgüler düzmez.
Gerçekliğin ilk koşulu, nesnel gerçeklikle yüzyüze gelmektir. Nesnel gerçeklik yazarın özneline, politik duruşuna karşı olsa bile.
Şimdi soruna daha yakından bakalım. Bakınız Adalet Ağaoğlu ne diyor, “Bana üniversitelerde benim Beckett’in üçlemesinin aynısı yazdığım bile söylenir. Utanarak söylüyorum ama, okumamıştım bile. Batı’ya yakın bir düzeyde bir şey bulunca Wirginia Woolf’a çok benzetirler.” (2)
Adalet Ağaoğlu’nun romanları kimilerin romanlarına benzetiliyormuş, Beckett’le Woolf’un romanlarına. Bu yazarlar yenilikçi akımın içindedirler. Lukacs yenilikçi akımın ideolojiyisini şöyle belirler. “insan doğuştan yalnız, toplum dışı, başka insanlarla ilişki kurmayı başaramayan bir varlıktır. (...) insan tarih dışı bir varlıktır. (...) İnsan birbirine bağlı olmayan yaşantı parçalarına indirgenmiştir, knedisi için nasıl anlaşılmaz bir varlıksa, başkaları için de öyledir.” (3)
Yenilikçi akıma göre, insan bu dünyaya atılmıştır, şaşkın şaşkın dolaşmaktadır dünyada.
Adalet Ağaoğlu’nun “beni benzetiyorlar” dediği yazarlara geldikte... Beckett için şöyle der Lukacs, “... Joyce’nun gerçekliği anlaşılmaz bir bilinç akışı olarak görüşü daha önce Faulkner’da bir karasaban niteliği kazanmışsa da Beckett’in Mollo’yu belki de bu gelişmenin en uç noktasıdır.” (4)
Peki, Virginia Woolf n’apıyor. Lukacs anlatıyor, “... yenilikçi yazar öznel bir yaşantıyı gerçekliğin kendisiyle özdeş görerek gerçekliğin çarpık bir görünüşünü çizer. (Virginia Woolf bunun aşırı bir örneğidir.” (5)
Peki neden böyle oluyor bu.
İnsanın çeşitli durumları vardır. İhanete uğramıştır. Dostları uzaklaşmıştır, yalnız kalmıştır.
Kimileyin insanı bir umutsuzluk kaplar. Dünyayı tekdüze görür. Sevinçli, umutlu günler de vardır.
Ama bunların hiçbiri insanın yazgısı değildir. Küçük burjuva bilinci insanın bu çeşitli durumlarından birini, yalnızlığını insanın yazgısı diye görür.
Küçükburjuva kapitalistten yana değildir. Ondan tiksinir bile. Dünyayı değiştirecek sınıfı göremez. Böyle bir umudu yoktur.
Küçükburjuvanın özneli derin bir karamsarlıktır. Küçükburjuvaya göre, insanın eli kolu bağlanmıştır.
Küçükburjuva eline kalemi aldıkta, kendi öznelini, nesnel gerçeklik sanır. Gerçekliği anlatıyorum diye, kendi öznelini anlatır.
Bakın ne diyor Marks, “‘Toplum’u birey karşısında bir soyutlama olarak yeniden saptamaktan özellikle kaçınmak gerekir. Birey toplumsal varlıktır. (...) İnsan -demek ki hangi derecede olursa olsun tikel bir birey ve tikelliği onu birey ve gerçek bireysel bir toplumsal varlık durumuna getirir- demek ki bir o kadar bütünselliktir.” (6)
Küçükburjuva yazar bireyin bu bütünselliğini, toplumsallığını göremez. Bireyle toplumu ayırır. Bireyi parçalar.
Balzac ideolojik olarak aristokrasiyi tarihe sokmak istiyordu. Bu yüzden tarih dışına düşmüştü. Ama eline kalemi aldıkta tarihe giriyordu.
Bizim ilerici sayılan yazarlarımıza geldikte, kasnak başka türlü çalışıyor. Özgürlük bildirilerine ad koyan star sistemi yazarı tarihin dışına düşüyor.
Yazar eserlerinde tarihin dışına düşerse, onun geleceği yoktur. İnsanın aydınlık bir geleceği olduğu için onun geleceği yoktur.

Kaynaklar
1. G. Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, Çev. Mehmet H. Doğan, Payel Yayınları, İstanbul, 1987.
2. Radikal, 19.4.2007.
3. G. Lukacs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çev. Cevat Çapan, Payel Yayınları, İstanbul, 2000.
4. Lukacs, a.g.e.
5. Lukacs, a.g.e.
6. K. Marx, 1844 Elyazmaları, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınlar, Ankara 1976.
Edebiyat ve Eleştiri Kuramları[1]

A. Galip



Estetiğin nesnesini, dört farklı tarzda ele almak olanaklı. Edebiyat kuramları da bu yaklaşıma paralel bir biçimde sınıflandırılmaktadır. Berna Moran’ın Edebiyat Kuramları Ve Eleştiri kitabında yaptığı dörtlü sınıflandırmaya bağlı kalarak konunun edebiyattaki izdüşümünü aşağıdaki biçimde sunabiliriz

.

Edebiyat kuramları, belli türden bir yaklaşım tarzıyla sanatı tanımlarlar. Her birine yükledikleri ağırlık bakımından çeşitli adlar verip genellikle şu dört unsuru bir sanat eserinin temel yapı içeriği olarak görürler. Bunlar sırasıyla, sanatçı, eser, okur ve bütün bunların içerisinde olup bittiği toplumdur (Moran, 1988: 5). Her kuram temele aldığı bu unsurlara bağlı kalarak model alınacak bir sanat eseri betimlemesine girişirler. Eleştiri ise söz konusu modele uygun olup olmama tespitidir. Bu yazımızda konunun genel hatlarıyla sınırlı kalmak üzere bahsi geçen edebiyat kuramlarını aktaralım.



1.Toplumu Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Bu kuram bilinen en yaygın ifadesini ayna metaforunda bulur. Kaynağı Stendal olan bu metafor, romanı, sokakta gezdirilen aynaya benzetir. Naif gerçekçilik, natüralizm, eleştirel gerçekçilik gibi dönemsel adlandırmalardan geçerek günümüzde de toplumcu gerçekçilik kavramı altında tartışılan bu kuram, sanat eserinin toplumsal yapıyı yaşanılan gerçek ilişki boyutlarıyla aktarması gereğini öne sürer. Neredeyse esere çağını aydınlatan bir belge gözüyle bakılır. Kuramın tartışmalı yönlerinden biri ise ‘gerçeklik’ kavramında yatar. Eserden yansıtması beklenilen ‘toplum gerçekliği nedir?’ sorusuna verilen yanıta göre kuram, farklı biçimlerde tanımlar kazanır. Bu çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde ‘toplumcu gerçekçilik’i daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağımız için kurama ilişkin şimdilik bu açıklamalarla yetinelim.



2.Eseri Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Bu kuramın ortaya atılışından yaklaşık yarım asırlık bir suskunluktan sonra, eğer deyim yerindeyse, yeniden moda olduğunu tespit edebiliriz. Geçtiğimiz yüz yılın ilk çeyreğinde Rusya da başlayan ve ilk öncüleri olarak Boris Tomaşevsky, Viktor Şkolevsky, Boris Eichenbaum, Yuri Tinyanov ve Roman Jakobson gibi isimlerden oluşan Rus Biçimcilerinin çalışmalarının 1960’lı yıllardan sonra adeta yeniden keşfedilerek bu kez Fransa’da Yapısalcılık adı altında ( Polonyalı filozof Romen İngarden’in, Amerikalı J. L. Austin’ın, J. R. Searle’ün dil üzerine yaptıkları çalışmaları da temele alarak) yeniden gündeme gelmiştir.

Bu kuramın son derece zengin ve aynı oranda da tartışmalı tezleri, özetlenmeye fazlaca bir olanak tanımıyorlar. Ancak isminin çağrıştırdıklarıyla sınırlı kalarak şunlar söylenebilir. Öncelikle bir sanat eserini kullanmalık bir metinden ayrı tutarak onu bir kurmaca metin sıfatıyla değerlendirmek gerekir. Dış dünyaya yaptığı göndermelerle değil kendi iç bütünlüğü içerisinde ele alınmalıdır. “Demek ki, kurmaca metinde dil, kendi üstüne katlanarak kazanıyor işlevini, yoksa dışındaki nesnel deneyler dünyasına dolaysız bir yönelişle değil.”(Göktürk, 1979: 88). W. Iser’in deyişiyle kurmaca metin, “verili dünyayı yansıt-mayıp- fakat ona verilen malzemeden bir dünya kur” ar (aktaran Kaygı, 1998: 64).



3.Sanatçıyı Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Ağırlıklı olarak ‘anlatımcı’ gelenekten beslenerek geliştirilen bu kuram bütünüyle ona indirgenemez. Temel çıkış noktası eser ile sanatçı arasında kurulan bağdır. Eserden hareketle sanatçı, sanatçıdan hareketle de eser anlamlandırılmaya-anlaşılmaya çalışılır. Yukarıda estetik fenomenin temel öğelerini irdelerken görmüş olduğumuz gibi benzer bir eleştiri bu kurama da yöneltilmektedir. Bu kurama göre eser, gerek sanatçının özyaşam öykülerinin gerekse bu yaşamın koşullandırdığı bilinç ve bilinçaltı örüntülerinin bir dökümünden ibaretmiş gibi algılanmak istenir. Geçen yüz yılda bir hayli yaygınlık kazanmış olan Freud ve Freud sonrası psikanalist akımlardan bu kuramı destekleyecek bir çok malzeme devralınmıştır.



4.Okuru Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Bu kuram kendini, daha çok, bir eleştiri yöntemi olarak ortaya koyar. Başlangıçta kuralcılığa, bilimselliğe ve nesnelliğe bir tepki olarak ortaya çıkan ‘izlenimci’ eleştiri ( Moran, 1988:112) giderek yerini ‘alımlama estetiği’ne bırakmıştır. Alımlama estetiğine göre eser, okur aracılığıyla anlamlandırılır. Örneğin daha da ileri giderek S. Fish, okuma öncesi bir metnin varlığından söz etmenin anlamsızlığını bildirir. Ona göre metin ancak bir okumanın işlevi ve sonucudur. Stanley Fish’in kuramının kısa bir analizi ve eleştirisini Abdullah Kaygı’nın Edebiyat Ve Varlık kitabında bulabilirsiniz.

Yine bu kuram paralelinde bir anlayış için Umberto Eco’nun Açık Yapıt adlı çalışmasını da anmak gerekir. Eco, her ne kadar metnin her türlü yoruma açık olduğunu söylese de, şu kaydıda ekler: “Sanat yapıtı bir bakıma nesnedir de: nitekim yaratıcının düşünmüş olduğu ilk biçimi, tüketicinin zekası ve duyarlığı üzerine yaptığı etkilerin bir-aradalığıyla (configuration) yeniden bulunabilir: Çünkü yaratıcı, kendi dilediği yolda tadılıp anlaşılabilmesi için tamamlanmış bir biçim ortaya koyar. Ama öte yandan, her tüketici de uyarıcıların oluşturduğu burca karşı bir tepki göstererek, bunlar arasındaki bağıntıları görmeye çalışarak, kişisel bir duyarlık, diyeceğim belirli bir kültür, beğeniler, eğilimler, kendine özgü bir bakış açısından sanattan haz almayı yönlendiren önyargılar ortaya koyar.” ( Eco, 1992:13). Eco’nun kuramı için okuru merkeze alan kuramla eseri merkeze alan kuramın bir sentezi diyebiliriz.

Bir Edebiyat Olarak Eleştiri


Bu genel saptamaların dışında elbette ki, özgün bakışlarda var. Çalışmamızın bütünlüğü içerisinde işaret edilen farklılıklar buna bir örnek oluşturacaktır. Şimdilik bu ara başlığın gerekçesine dönelim.



Terry Eagleton, Eleştirinin Görevi adlı çalışmasında J. Habermas’dan ‘kamusal alan’ kavramını ödünç alarak İngiltere’de eleştiri tarihini inceler. Eleştiri tarihini şu biçimde dönemselleştirir: “On sekizinci yüzyıl başlarında eleştiri, kültür siyasetiyle ilgilendi; on dokuzuncu yüzyılda, kamu ahlakı uğraş alanıydı; yüzyılımızda ise eleştiri bir ‘edebiyat’ konusudur.” (Eagleton, 1998:101). On sekizinci yüzyılda eleştirinin kapsamına her şey girer. Hizmetçilere karşı nasıl davranılacağı, hanımlara gösterilmesi gereken nezaket kuralları, giyim kuşam kuralları, yemek adabı gibi her türden konu eleştirmenin yol göstericiliğine bırakılmıştır. Öte yandan siyasal boyutuyla da kamusal alan eleştirmenin yol göstericiliğine muhtaçtır. On dokuzuncu yüzyılda eleştiri bu yönüyle öne çıkar. Artık eleştiri iyi huyunu bir kenara bırakmış yıkıcı bir hal alarak siyasal çekişmenin arenasına dönüşmüştür. Günümüzde ise eleştiri, Eagleton’a göre, ‘ya edebiyat endüstrisinin kamu ilişkilerinin bir parçasıdır ya da bütünüyle üniversitelerin içinde kalan bir konudur’. O halde eleştirinin yeniden geleneksel işlevini yüklenmesi gereklidir.

Artık eleştiri bir sanat pratiği olarak değerlendirilir. Bir eleştiri yazısı en az kendisine konu seçtiği sanat eseri kadar ilgi gören bir düzeye ulaşmış durumdadır. Sanata ilişkin çeşitli akımlar, -izmler zenginliğine paralel olarak eleştiride aynı zenginliği paylaşacak biçimde bir kuramlar farklılığı sunmaktadır. Özellikle edebiyat eserlerinin eleştirisi söz konusu edildiğinde yazarı, eseri ve okuyucuyu ayrı ayrı her birini merkezi bir önemle ele alan veya hepsini bir bütün olarak değerlendiren bir çok eleştiri kuramları kimi zaman birbirini destekleyen kimi zaman da birbirini dışarıda bırakan yöntemlerle eserin değerini ortaya koymaya, benzerleri arasındaki yerini göstermeye uğraşmaktadır.

Sanat, yaratıcısının olduğu kadar izleyicisinin de belirli bilgi eşiklerini aşmış olmasını zorunlu kılar. Kimi sanat eserlerinin yaratılmasından çok sonra hak ettiği değeri bulması onun vaktinden önce doğmak gibi bir kusura sahip olmasının yanı sıra daha çok izler çevrenin doğru değerlendirme yapabilecek titizliği göstermemiş olduğunu ileri sürebiliriz. İzler çevrenin söz konusu esere yeterli ilgiyi göstermemesinin burada anamayacağımız kadar çok nedenleri vardır. Ancak burada sadece bilgi eksikliğini vurgulamakla yetinelim. Tıpkı sanatçının yeteneğine, yaratıcılığına ek olarak ürün verdiği alanın kapsamlı bilgisine sahip olmak yükümlülüğünü taşıyor olması gibi izleyicinin de doğru değerlendirme yapabilmesi için neyle karşı karşıya olduğunun bilgisiyle donanmış olması gerekir. Sanatla ilgilenmenin belli sanat kurmaylarına havale edilecek profesyonel bir uğraş olduğu düşünülmüyorsa kaçınılmaz biçimde sanat hakkında bilgilenme faaliyetine girmek gerekecektir. Ancak her sanat izleyicisinin ilgilendiği tür hakkında detaylı bir bilgi birikimine sahip olması mümkün olamayan ama ideal bir durum olarak görünebilir. Sanırım bu nedenden dolayıdır ki sanat eseri ile izleyici arasında eleştirmenler bulunmaktadır. Biriken ve yaygınlaşan sanat pratiğinin bir sanayi oluşturacak kadar genişlemesiyle izleyicilere ürünleri tanıtma, aktarma gibi işlevler eleştirmenlere yüklenmiştir. Bu da bir sanat eserini değerlendirme işini yalnızca eleştirmenlerin göreviymiş gibi bir yanılsamaya neden olmaktadır. İzleyici artık ulaşılabilirliği en fazla olan bir eleştirmenin sözlerine kulak vererek kendisi için seçilen eserleri izleyecektir. İzleyici için eleştirmenin yargısı tayin edici bir rol üstlendiğinden eser karşısında kendi kendisinin kılavuzu olma, eleştirme, yargılama gibi çeşitli zihin faaliyetlerine girmekten geri durmaktadır. İzleyici eser karşısında gereğinden fazla tembellik hakkını kullanarak medyanın da etkisiyle adından övgüyle söz edilen eserlerden, kendine bir şey katmaksızın şöyle bir göz gezdirmekle yetiniyor.

Eagleton’un tespitine ulaşmış durumdayız. Yukarda yaptığımız alıntıda olduğu gibi bugün eleştiri edebiyat endüstrisinin kamu ilişkileri kolunun bir parçasına dönüşmüş durumdadır. Diğer bir boyutuyla ise adeta üniversitelere sıkışmış kalmıştır. Ancak bilmem ki bunu doğal mı karşılamak gerekir? Eagleton’un söylemiş olduğu gibi zaten sanat, ‘talepten ihtiyaç çıkarıldığında geriye kalan’ değil midir?

SÖYLEŞİ
AYLA KUTLU

Kerim DÖNMEZ:
Bildiğim kadarıyla dokuz roman, dört öykü kitabı ve birçok çocuk kitabından sonra bir anı kitabıyla çıktınız okurun karşısına: ZAMAN DA ESKİR. Sizi, anılarınızı yazmaya iten nedir?

Ayla KUTLU:

Kitaplarımın sayısı bir eksik.Yayımlanmış sekiz romanım ve dört hikaye kitabım var. Beni anılarımı yazmaya yönlendiren şey Antakya ve çevresinde geçen ASİ adlı romanım üstünde çalışırken birden kendimi biçimsel birtakım sorunların içinde bulmuş olmam. Antakya atmosferinin içine girmiştim ama bu atmosferi n oluşturduğu öykünün karakterlerini yeterince aktaramıyordum. Aynı şeyi BİR GÖÇMEN KUŞTU O …adlı romanımın ardılı olan EMİR BEYİN KIZLARI’nda da yaşadım. O romanın sorunlarını çözmem uzun zaman aldı. ASİ de öyle olacaktı…

O zaman benim Antakya’mı ve İskenderun’umu anlatmak istedim. Şehirlerimle doluydum. Kurgusal olarak yarattığım karakterler ve olaylar yürümüyorsa, belli bir dönemin tanığı olan kendimin bu atmosferde yeniden ve yoğunlukla hatırladığım yaşanmışlıklarını insanlarımıza sunabilirdim. Üstelik, değişimlere tanık olmuş, ülke tarihinde önemli yer tutan ilginç olayların tam ortasında bulunmuştum. Olaylar siyasal boyutları dışında, insana yönelik biçimde hemen hemen anlatılmamıştı.Bir de…İlk Sözde yazdığım gibi…Gelinimin sürekli beni zorlaması vardı. Onun yönlendirmesi, beni ne zamandır yaşadıklarım üstünde düşünmeme neden oldu. Koşullar oluşunca da kendimi bireysel tarihimin içine atmam zor olmadı.

Kerim DÖNMEZ:
“ ZAMAN DA ESKİR’i yazmaya başladıktan sonra, kendimi ruhumun açılan penceresinden içime bakıyorken buldum. Yaşadıklarımı yazmanın böylesine bir etki yapabileceğinden hiç haberim yoktu. Biraz can acıtan bir şeydi bu.” diyorsunuz. Roman ya da öykü yazmak da yazarın, biraz içine bakması değil midir? Hele de roman ya da öykülerini yaşadığı çevreden, bunların kahramanlarını tanıdığı kişilerden esinlenerek kurgulayan bir yazar için… Bu anlamda, yani “canın yanması” anlamında diğer yapıtlarınızla ZAMAN DA ESKİR arasındaki fark nedir?

Ayla KUTLU:

Ben,”hele de roman ya da öykülerini yaşadığı çevreden, bunların kahramanlarını tanıdığı kişilerden esinlenerek kurgulayan bir yazar” değilim. Tam tersine, kurgulamayı, her şeyi kafamda yaratmayı yeğlerim.Romanlarımda, yeri gelirse, Hatay’ın adını hoşluk olsun,sevgimi bir kez daha çağrıştırsın diye anarım,bu doğru. Deneyimlerimden ve 34 yıllık çalışmalarımdan biliyorum ki ;roman ve hikaye yazmak yazarın içine bakmasından çok fazla bir şeydir. Her ikisi de kafa ve çalışmayla üretilen sanatsal ürünlerdir. Hikayelerimin büyük çoğunluğu, biri dışında romanlarımın hepsi ve tüm çocuk kitaplarım kurgusal yaratımlardır. Tabii her yazarın yaşadıkları zaman zaman sanatına yansır.Ama sadece yansır. Ben, en az yansıtan yazarlardan biriyim.

Hatay’ın doğasını kullanmaya gelince…Bu doğa eğer ilham perisine inansaydım,benim ilham perim olurdu. İnanmadığım için; bu topraklara yaşadıklarımla hayal gücümün birlikte yarattıkları,tarihin,ve doğanın barışık zamanlarında doğmuş bir iklim diye bakıyorum.Coğrafyadan fazla bir şey yani. O da var,ben ve sonsuz sevgim ve iyicil bakan bakışlarım da var. Yazarlığımın çeşitlemeler yaratması için bazen böyle bir iklime sığınmam, eğer onu bulamıyorsam, kafamda oluşturmam gerekiyor. Yani; zaman zaman hayalle zenginleştirilmiş mekânlaştırmadan söz ediyorum.Yazarların bazısında böylesi yarı gerçek, yarı hayalden yaratılmış mekânlara rastlamışımdır. Benim coşkulu sevgim okurlarda öylesine alışkanlığa dönüşmüş durumda ki, birçok başka yerde geçtiğini düşündüğüm hikayenin mekânını Hatay, diye vurguluyorlar.Ben de sesimi çıkarmıyorum.Edebiyat bu izni okura verir.

ZAMAN DA ESKİR benim gerçek yaşamımdır ve bana öğrettiği şey şudur : Kim anılarını yazdıysa, benim içimi acıtan şeyin tadına o da bakmıştır.

Kerim DÖNMEZ
ZAMAN DA ESKİR’i okuduktan sonra yapıtlarınızı daha da iyi değerlendirebiliyoruz. Ailenizin Kafkas göçmeni olması, Antakya- İskenderun- biraz Gaziantep- Ankara’da geçen yaşamınız. Tabi , Çardak ve Çardak’taki kökleriniz… ZAMAN DA ESKİR’ de yapıtlarınıza göndermeleriniz, onlarla ilgili- zaman zaman - kısa açıklamalarınız var. Bir göçmenlik durumu var yaşamınızda. Bu göçmenlik durumunun yazın yaşamınıza etkisi nedir?

Ayla KUTLU

Bende göçmen ruhu yok.Duygusu da… Ancak BİR GÖÇMEN KUŞTU O…adlı romanım (Tümden kurgusal bir romandır) için göçmenlik üstüne epey çalıştım, araştırdım. On yıllardan ve yüzlerce kitaptan söz ediyorum. Öylesine iyi öğrendim ki, asıl göçmenlik romanımı – daha önce TRT radyolarında Arkası Yarın olarak yayımlanan- YEDİNCİ BAYRAK ‘ ı da yazmam gerekiyor. Ancak bundan iki yıl önce Ege Üniversitesindeki Göçmenlik üstüne uluslararası bir sempozyumda bu çerçevede bir bildiri sundum: GÖÇMENLİK DURUMLARINA İLİŞKİN AFORİZMALAR .. Tembel olmayan bir yazarın her konuda yazabileceğine, her karakteri yaratabileceğine, her duyguyu özümleyebileceğine inanırım.

Kerim DÖNMEZ
ZAMAN DA ESKİR’i okurken beni en çok etkileyen şeylerden biri de yaşanılan yoksulluk oldu. Hem bireysel hem de Antakya’nın en azından yaşadığınız mahallerini etkileyen derin bir yoksulluk… Ali Yüce, Şeytanistan adlı romanında benzeri bir yoksulluğu anlattığında; bunun normal olduğunu, o yılların köylerde çok yoksul yaşandığını düşünmüştüm. Oysa aynı ölçülerdeki bir yoksulluğun kent merkezinde de yaşandığını öğreniyoruz anılarınızdan. Hem de kentte ilköğretim müfettişliği, Halkevi yöneticiliği, öğretmenlik yapan bir yazın insanını da içine alacak biçimde. Hem toplumsal yaşam hem de bireysel tarihiniz açısından bu yoksulluğu biraz açar mısınız ?





Ayla KUTLU:

Varolan ve tekrar olmayacak anılarımı kitabımda okurlara sundum. Daha fazla ekleyebileceğim bir şey yok. Ancak şunu söyleyebilirim. Birkaç yazar arkadaşım,( tabii benden daha genç olanlar ) İkinci Dünya Savaşı yıllarına dair en ayrıntılı tanıklığı benim kitaplarımda bulduklarını, o nedenle kendileri için kaynak kitap kimliği taşıdığını söylediler. İkinci Dünya Savaşı yoksulluğu öyle boyuttaydı ki, Ankara’da yaşayan memurlara devletin özel bir yardım yaptığına ilişkin duyumum var. Benim bir kuşak önümdeki yazarların bazılarının hikaye veya romanlarında da o yıllardaki Türkiye’nin yoksulluğunun vurgularına rastladım. Aklıma hemen Oktay Akbal ile Rıfat Ilgaz geliyor. Bir de Sabahattin Ali’nin kimi hikayeleri…

Kerim DÖNMEZ
Antakya edebiyat tarihiyle ilgili çalışmalarda babanız Selahattin Kutlu’nun adına sık rastlarız. Antakya’nın önemli şair ve yazarlar çıkardığını; bunların bir bölümünün ulusal yazın dünyasınca bilindiği, bir bölümünün ise çeşitli nedenlerle yerelde kaldığını biliyoruz. Antakya’da 1930’lu yıllardan başlayarak önemli edebiyatçıların yetiştiğini, dergilerin yayınlandığını düşünüyorum. Babanızın da dergiler çıkardığı, ülkenin önemli dergilerine yazdığı biliniyor. Ancak, babanızın yazdıklarının yeni kuşaklarla buluşması gerçekleşemedi. Ben, Bekir Sıtkı Kunt’un öyküleriyle de bir rastlantı sonucu tanışmıştım. Doğrusu, bir okur-yazar olarak Selahattin Kutlu’yu merak ediyorum. Bu bağlamda iki soru soracağım: Babanızın yazdıklarından, yazın yaşamından biraz söz eder misiniz? Babanızın yapıtlarını yeni kuşaklarla buluşturmak için ne yapılabilir?

Ayla KUTLU:

Babam yaşamının son gününe kadar elinden kitabını, daktilosundan yazısını eksik etmemiş bir insandı. Evimizin ( Savaş Mahallesi,Renkli Sokak no:10 ) salonunun sokağa bakan pencerelerinden sağdakine koyduğu daktilosunu ve hemen bitişikteki sedirin yastıklarıyla oturma yerini yükselterek o pencere içini çalışma masasına çevirdiği yılları unutamam. Yaşı elliyi geçmişti bir daktilo sahibi olduğunda. Hayatının en mutlu şeyiydi Erika’sını konuşturmak. Sabaha karşı kalkardı. – ona çekmişim – Tıkır tıkır yazardı. Bütün ev halkının üstüne müzik gibi dökülürdü o ses. Tek yanlış tuşa basmaz,tek satır karalamaz, silgi kullanmazdı. Bir evlat babasını kıskanırsa, ben onu bu nedenle hâlâ kıskanırım. Çok güzel ve okunaklı el yazısıyla verdiği temiz yazılar kadar daktilo yazıları da temiz ve düzenliydi. Bakın bu yanım, bütün çocuklarının bu niteliği ondan geçmiştir.

Biz babamın ölümünden sonra iki felaket yaşadık. Evimiz,kültürel birikimlerimiz savrulup gitti. Bir çok- özenle saklanırdı- arşiv malzememiz kim bilir kimlerin elinde yitti.. Çok az malzememiz var şimdi. Onları büsbütün unutulmaktan kurtarmak,bizim de hem görevimiz,hem sorumluluğumuz. Ama… Buradan sonra bizim çabasızlığımız her türlü eleştiriye açık…

Kerim DÖNMEZ
1997’de düzenlenen Ankara Öykü Günleri’nin KENTLER-İNSANLAR-ÖYKÜLER oturumunda şöyle diyorsunuz: “Bütün kitaplarımda incirlerin acı sütleri vardır. Çoğu kez kahramanlardan birinin gözleri ağrır. Çünkü incir sütlerini gözlerine sürer. Biz üç kardeştik. Çocukluğumuzda annemizin, babamızın ilgisini çekmek için tek çare olarak, savaş yıllarıydı da üstelik, incir sütlerini gözlerimize sürüp ağrımasını ve sabahleyin açılmamasını, çapaklanmasını, onların da özenle silinmesini beklerdik.” Gözlerinize incir sütü sürülmesi olayını ZAMAN DA ESKİR’de de anlatıyorsunuz. Ben buna bir şey daha ekleyeyim. (Biliyorum, sorularım uzun oluyor) Bazı öykülerinizde yemek masası deviren baba görülüyor. Örneğin, Bütün Yeşiller… Bütün Maviler… adlı öykünüzde.
Anılarınızda babanızla ilgili anlattıklarınızdan; küçük kentte yaşayan, geçim sıkıntısı çeken, gündelik işlerle uğraşmak zorunda kalan; ancak hep yazmak isteyen, yalnızca yazmaya odaklanmak isteyen bir yazın insanının bunalımlarını sezinliyorum. Bu bağlamda babanızın sizin edebiyat yaşantınıza etkisi nedir?



Ayla KUTLU

Babamın yaşamıma katkısı her anlamda olumludur .. Masa deviren babalar benim çocukluğumda olağan tavır sergileyen babalar olarak görülürdü. O hikayedeki babayla benim babamın hiçbir ilişkisi yok. Çocuğuna ilgisiz kalan, uzun süre ortalardan kaybolan bir baba, iletişim kurmayan, baba korkusunu çoğaltan ortam yaratan büyükanne, sapkın bir bakkal, içki taşıyan bir küçük kız…Bunların tümü yazarın hayal gücünün yarattığı olaylar. Nasıl ki, ormanda ve banyoda işlenmiş iki cinayet, kızlar pansiyonundaki eşcinsel bir yönetici , hayvanlara tutkun,saplantılı, Freudiyen bozukluklar taşıyan gündelik yaşamdan kopuk bir kadın da öyle, hayal gücünden doğmuştur. Bütün Yeşiller ,Bütün Maviler için yapılan yorumları duysanız…Benim gibi şaşar kalırsınız.

Gelelim babama…Yazma ve yazdıklarını paylaşma şansı yeterince çok değildi babamın. O günlerde iletişim kanalları böylesine açık değildi. Hatta hiç yoktu. Bir taşra edebiyatı var mıydı, bunu bilemem. Ben edebiyatın böyle ayrılmasına karşıyım.Edebiyat tek kulvarda koşulur. Ne kadın,ne erkek edebiyatı diye ayrılır, ne de taşra ve büyük şehir edebiyatı olarak. Varsan varsındır, azsan azsındır,yoksan yoksundur…

Edebiyata korka korka- çok çok belirsizce - girmeye çalıştığımda, babam yaşamıyordu. Ama her zaman benden çok umutlu olduğunu söylerdi. Ankara’da okurken yaz tatiline geldiğimde, o erkenden kalkar, yakınımızdaki simit fırınından ilk çıkan simitleri getiren çıraktan iki kavurucu sıcaklıkta simit alırdı. Çoğu zaman ben de kalkmış olurdum. Kalkmadıysam, odama gelir, uyandırmaya kıyamaz, göğsümün üstüne simitlerden birini koyardı. Az sonra sıcaktan uyanırdım,gözümü açmadan bilirdim: Babam gülümseyerek beni gözlüyordu. Simit kokusu bütün evi tutmuştu. Gece ile gündüz arasındaki o lacivert zamanda , babamla simitlerimizi yiyecek, edebiyattan, hayattan konuşacaktık.

O simitlerin ve o sohbetlerin tadını unutamadım. Şimdiki simitler öyle soğuk ki. Babamın sıkıntılarına ilişkin saptamalarınız yüzde yüz doğru. Neden sonra kabuğunu kırmıştı,Akbaba Mizah Dergisinin devamlı şairi kimliğini kazanmıştı. Deniz kıyısındaki küçük masasından ibaret olan o “ yazıhanesi”nde nice yeni şiirler yazar, siyah deri çantasına muntazamca koyar, annemin onayı için eve dönerdi. Ben yazar olduktan sonra, hep benim de bir yerim olsun istemişimdir. Bir kır kahvesinde, bir pastanede, deniz kıyısında. Gençler benim orada olduğumu bilsinler. Ne soracaklarsa, ne öğrenmek istiyorlarsa, ne tartışmaları gerekiyorsa, hatta ödevlerine yardım etmemi arzularlarsa… Her şeyi konuşabileceklerini bilsinler. ..Bunu babam yapardı, ben de isterim.Beceremedim. Her gün çıkamıyorum, yer seçemiyorum, bir yerde uzun süre kalamıyorum



Kerim DÖNMEZ
Bence hem olay hem de durum öyküleri yazıyorsunuz. Olay öyküleriniz daha uzun oluyor. Durum öykülerinizde ise içsel duyarlılıkların daha öne çıktığı ( Bu saptamaya itiraz edebileceğinizi düşünüyorum), daha şiirsel bir dil kullanıldığı görülüyor. Örneklersem, Eski Bir Türküye Ağıt, Bütün Yeşiller… Bütün Maviler…, Tanıklar adlı öyküler bu ikinci türe daha yakın. Bunlar hem biçem hem de dil olarak olay öykülerinizden farklı. Bu ayrımı nasıl sağlıyorsunuz, öyküyü düşünürken, kurgularken bu farklılığa göre mi kurguluyorsunuz? Yoksa yazmaya başladıktan sonra kaleminizin götürdüğü yere mi gidiyorsunuz?

Ayla KUTLU

Bakın ben böyle bir sorunun cevabını veremem. Bir yazarın yazdığı şeyleri sınıflaması öyle yapay bir şey ki. Bu değerlendirmeleri okurlar,eleştirmenler yaparlar kanımca. Onların doğal haklarıdır zaten. Yazarın yaptığı yalnızca içini dolduran, sıkıştıran, taşmak ve ortaya çıkmak için yol, yöntem arayan hikayeyi genele – yani okura- sunmaktır. Bunu yaparken de en çekici saydığı yöntemi kullanmaktır. Kalemimin götürdüğü yere de gitmiyorum, durum ve olay hikayesi diye de düşünmüyor, dilsel yapısına ilişkin olarak özen ayrımı da yapmıyorum. Benim çok değerli ve sevgili dostum Turgut ÖZAKMAN ile birlikte bir gün postmodern bir yazar üstünde konuşuyorduk. Ben o yazarın bu çabalarını takdir etmek gerektiğini söyledim. Turgut ÖZAKMAN unutamayacağım şu sözleri söyledi : “ Ben, biçimsel numaralarla yazılan hikayenin anlatım çarpıtmalarının, onun önemini artıracağına hiç inanmam. Söyleyecek sağlam sözü olan bir yazar. hikayeyi başından alır, yazabileceği gibi yazar,noktayı koyar,atraksiyon yapmaz…”

Edebiyatın özündeki büyünün,sihrin, gizemin, tılsımın…( ne derseniz deyin ) bu olduğunu düşünüyorum artık. Söyleyecek sözünüz doğru mu, hikayeniz çekici mi, Türkçeniz,en çok saygı duyduğunuz kuyumunuz mu? Aslolan bunlar benim için.


Kerim DÖNMEZ
Önceleri, kendinizi romancı saydığınızı, öykülerinizin romanlar için malzeme toplarken, roman içine girmeyen anlatılar olarak ortaya çıktığını; sonraları işin değiştiğini, öykünün de roman gibi önemsediğiniz bir dala dönüştüğünü belirtmiştiniz. Kuşkusuz iki dalda da önemsenen bir yazarsınız. Yazın yaşamınız açısından öykü ve roman karşılaştırmasını biraz daha açar mısınız?

Ayla KUTLU

Büyük olasılıkla söylemek istediğimi tam ve doğru sözlerle anlatmamışım. Yahut söylediklerimi zaptedenler bazı incelikleri kaçırmış. O yüzden bu sözlerle – daha önce de karşılaştığım bir soru halinde sürekli karşıma çıkıyor - ne demek istediğimi açıklayayım :

Bir: Kendimi hâlâ romancı sayıyorum. Romancı ve hikayeci…Genellikle tersi olur edebiyatta: Hikayeci ve romancı denir. Romana sonradan geçilmesi sanki bir aşama gibi nitelendirilir. Yanlış…Benim o sözü kullanmamın nedeni önce romanla başlamam.
İki : Romanlarıma girmeyen anlatılar derken… Romanlarımın kurgusunu oluştururken, her seferinde çok ama çok ayrıtılı, uzun metinler yazar, her karekterin yaşayacağı olayları önceden belirlemeye çalışırım.Bunlar onların yaşamlarının merkezi olan, onları yönlendiren yaşam parçalarıdır. Bütün kahramanların ve karakterlerin yer aldığı ROMAN HİKAYESİ içine giremeyen,fazla gelen, yahut yazdığımda dokusu bütüncül dokuyla uyuşmayan yaşam parçaları da oluşur…( Bunlar ilk romanlarım sırasında çok oluşurdu. Roman sayısı arttıkça, o kadar çok malzemeniz de kalmıyor.öte yandan siz daha da ustalaşıyorsunuz) Onları yazdığım romandan ayrı bir metin haline getirerek, romana bağlanmayı reddeden bağımsız kimliğini yaşatmak istediğimi söylemiştim. Onlar zaten zaman dilimi, dili, anlatımdaki özgünlükleri yönünden hikayeydiler. Yaptığım şey, bütüne yamanır sandığım;yama olmayı kabul etmeyen anlatıları, özgün haline dönüştürmekti.

Romancılığımı öylesine çok önemsiyorum ki, son yayımladığım hikaye kitaplarımda, mutlaka bir tema çerçevesinde dolaşmaya özen gösteriyorum . Örnek isterseniz : MEKRUH KADINLAR MEZARLIĞI kitabımda hikayeler feodal yaşam düzeni ve sınır ötesi ve eski ile başlar, gitgide yenileşerek coğrafyası merkezileşerek burjuva düzeni, Türkiye sınırları ve günümüz ile sürer. ZEHİR ZIKKIM HİKAYELER ise iki ana bölümdür : Yabancılıklar ve Kuyular… Hikaye kitaplarında tema yaratmak hoşlandığım bir şey. Romancılığa bir işaret aynı zamanda.

Kerim DÖNMEZ
Yapıtlarınızda insan, sevgi ve kadınlar ana tema olarak görülüyor. Kadın sorunlarına eğilen bir yazar olarak biliniyorsunuz. Bu durumu yalnızca kadın olmanızla açıklayabilir miyiz? Kahramanlarınızı da neredeyse bir şefkat duygusu içinde yaratıyorsunuz. Bunu da kadın olmanızla açıklamanın yetersiz kalacağını düşünüyorum, siz ne dersiniz?

Ayla KUTLU:
“Kadın sorunlarına eğilen” demeyelim de, “kadına eğilen “diyelim isterseniz. Bu durumu “kadın olmamla” ilişkilendiren kişilerin çok yanlış bir şey yapmadıklarına inanıyorum. Yanlış değil ama eksik. Bu eksikliği şöyle açıklayayım : Dünyanın yarısını doluşturan benim cinsiyetimin edebiyatta yerini tam almadığını, yönetimde , ekonomide, tarihte, sosyal yaşamda figür gibi görüldüğünü söylüyorum. . Edebiyatta – ya da tüm güzel sanatlarda – yaşama olan katkıları anlatılmadı. Edebiyatçılar tarafından eksik , yanlış ve rolü önemsenmeksizin anlatılmış olan öteki yarıyı anlatmayı seçtim. Bu yarı; ne sadece ana, ne yaşlı bilge, ne bir felaket getirici,ne de kaşık düşmanı. Bu yarı; hayatı birinci yarı gibi sırtlamış götüren müthiş bir güç olan ama, öteki diye küçümsenen yarı…Onun için daha çok şeyler yazılacak ki, bir ortalama insan silueti çıkarken onun varlığı da o siluet içinde hak ettiği kadar –yani yarı yarıya - yer alsın.

Tavrımı “adaletli bir dünya yaşamı için çaba gösteren aydın bir insan olmaya çalışmak” diye sunabilirim. Bu adaletli dünya oluşurken savaş, suç ve ceza kavramlarının da sanatın içinden silinmesini isterim, sonraki aşamalarda. Benim yazdıklarımda bir insan için kötü, haksız, suçlu… gibi bir değerlendirme görmezsiniz. İnsanın en iyisinin içindeki kötülüğe, en çirkinin yüzünü ışıtan aydınlığa inanırım. İnsanı tek başına güzel,kahraman,iyi diye nitelendirmediğim gibi tersini de yapmam.. Barındırırız bunları içimizde.Hepimiz biraz öyle, biraz böyleyiz.

Burada, vazgeçemediğim bir zaafımı da ilk kez açıklayayım: Yaşlı, bilge kadınları çok severim. Acaba diyorum, Akbez’de beni bir felaketten kurtaran ; adını, yüzünü, kimliğini bilmediğim o yaşlı kadın mıdır, yaşlı kadınları gözümde yüce bir makama oturtan. Galiba öyle…

Kerim DÖNMEZ
Antakyalı, Antakya’da yetişen şair, yazar ve düşün insanlarını izliyebildiniz mi, bunlarla ilgili neler söylemek istersiniz?

Niye Antakyalı ? Neden Hataylı değil? Soruda mı yanlışlık var, yoksa yalnızca Hatayın merkez ilçesi olan Antakya’yı mı sordunuz?
Ben Antakya’da doğdum.Gözümün ışığını, varlığımın coşkusunu bana veren İskenderun. Harbiye’yi de sevdim, çocukluğumun Suveydiye’sini de. Payas’ında, Sarıseki’sinde Arsuz’unda Kırıkhan’ında Erzin’inde Hatay suyu içtim, yağmurunu yedim,denizini kulaçladım...
Hataylı edebiyatçılardan Cemil Meriç’in bütün kitaplarını okumaya çalıştım. Bu kanımca bir toplantıda konuşulacak kadar geniş bir konu. Bana zenginlik . eklemedi. Bekir Sıtkı Kunt’un hikayeleri döneminin iyi hikayelerindendi. Halit Çelenk’in fikir ve kültür insanı olarak ülkemin yüz aklarından biri olduğuna inanırım. Benim Hemşerim Ali Yüce’ye elbette çok özel bir sevgim ve hayranlığım vardır. Sabahattin Yalkın’ın adına rastladığımda şiirlerini mutlaka okurum ve çoğunlukla keserim ( Kitaplarıma bir renk katacak , tanışmadığım ama iyi bildiğim önemli dostlarımdan biridir. Benim Has Şair dediğim hakiki bir şairdir) Süleyman Okay’ın şiirlerini okurdum. Bana Rıfat Ilgaz’ı hatırlatır. Dr Edip Kızıldağlı’nın masallarını, Nebihe ve Mehmet Karasu’nun masal kitabını, Müslüm Kabadayı’nın Alkım’ını okur, onları kaynak kitap kabul ettiğim için, bir Ankara’ya, bir Hatay’a taşır dururum. Yeni bir Hatay yazarlar kuşağı geleceğine inancım var. Onlardan bazılarını burada,İskenderun’da tanıdım. Haydi, sorunuz Antakya olarak sınırlı diye onlardan söz etmeyeyim.

Kerim DÖNMEZ
Günümüzde Antakya ve Hatay’da çıkan dergiler, yazın yaşamını Antakya’da sürdüren şair ve yazarlar için neler söylemek istersiniz?

Mehmet Ali Solak Güney Rüzgârını çıkarıyor mu bilmem. Bana gönderirdi . Benim en önemsediğim, çok kaliteli bulduğum kültür dergisiydi. Belki yazı ile destek çıkmamı beklemiştir. Ama ben hiç dergi yazısı yazmadım.Yazamam. O bunu ilgisizlik sanmış olabilir. Oysa dergisini her işimi bırakır okurdum. Şimdi de bana gönderdiği sayılar düzenli duruyor. Başka dergiler varsa da,haberim yok.

Yazı yaşamını insan her şehirde sürdürebilir ama yerel kalmama çabasını göstermek şart. İyi bir eser daima yer bulur kendine. Ama erken, ama geç,daima bulur. O yüzden küçük ufuklarla yetinmemeli. Geniş ve uzak çevrenlere göz dikmeli.

Genç şairleri bilmiyorum. Benim bazı lüks şeylere tutkum vardır : Her koşulda yaşarım, ama kaliteli parfüm severim.Kitaplarımı yazdığım kağıtların çok kaliteli olması şarttır. İyi şairi okuyamam,çok iyi şair severim. Çünkü onlar benim yaratıcılığıma güç ekleyen mesenlerimdir.(koruyucu yardımcı anlamında ) Bunlar benim seçkinci yanlarım. Bu sözlerimle bazılarını kızdıracak olabilirim,ne yapalım…










Kerim DÖNMEZ
Antakya’daki çocukluk yaşamınızın zor geçmesine karşın hem anılarınızdan hem de yapıtlarınızdan Antakya’ya derin bir sevgi duyduğunuzu biliyoruz. ZAMAN DA ESKİR’in bir bölümünün başlığı; “ANTAKYA… BENİM UZAK AŞKIM” Antakya, son yılarda ilgi çeken bir kent. Bu bağlamda, sanat dünyası da Antakya ile çok ilgili. Antakya için ne söylemek istersiniz?

Ayla KUTLU

Antakya’nın gitgide daha çok ilgi çekmesine sevinmemek olanaksız. Antakya halkı, ülkenin başka yerlerine göre,göreceli olarak kültürüne sahip çıkmayı bildi. Tarihin bir yerinde zamanı yakalamayı ve avucunda tutmayı başardı. Bu büyük bir şans. Ancak işler, Antakya’nın büyük kültürel önemini dinle sınırlamak, bunu turistik bir gelişim aracı olarak algılamak gibi bana ters gelen bir yöne doğru gidiyor. Yani Antakya bir pazarmış gibi, pazarlamaya doğru… Baştakilerin mantığına uygun bu. Ama yanlış.

Din kültürü kültürün doğurgan ve zengin noktalarından biri. Ancak günümüzde yeterli değil. Antakya’nın özgün zenginliklerinin tümü sürekli gündemde tutulmalı. Ben Antakya’nın unutulmuş el sanatlarının canlandırılmasını istiyorum. Gizemli ,dışa kapalı Antakyalının dünyasındaki yaşamının binlerce yıllık geçmişinin felsefesini çözmeliyiz. Karanlık sokaklara açılan cennet bahçeleri gibi yaşam dolu evlerini, yaşamın sürprizi ve öznelliği yönünden sosyolojik açıdan incelemeliyiz. Roma döneminden kalma, Arap dünyasının kıskanç kültürüyle kıvrım kıvrım kıvrılmış sokaklarını, bembeyaz kayrak taşlarını, cam işçiliğini, dokuma, hasır örme, sabunculuk,yılan balıkçılığı, şerbetçilik, ipekçilik gibi sanatlarını yeşertmenin şehre çok şey kazandıracağını düşünüyorum. Bunlar, turistik amaca dönük olmamalı. Dünyada Kültür şehri olma niteliğini taşıyan şehir sayısı çok değil. Şöyle aklıma geliveren İtalya’daki Sienna , yahut Floransa, Paris, Kudüs, ve Antakya… Para getirecek bir şehir gibi düzenlenmemeli, para götüren bir şehir de olabilir. Böyle şeyler, şark pazarında esir seçmek gibi aceleyle yapılmaz. Yani albenisi çok, sanatı az olan tırtıfıl şeylerden söz etmiyorum. Antakya Okulu’na izafeten, Türkiyenin Felsefe ve Sosyoloji Fakültesi niçin Antakya’da açılmasın? Niye Kültürler Tarihi bölümü, el sanatlarını yaşatmak amaçlı Tatbiki Sanatlar Fakültesi açılmasın? Antakya fabrikayla değil, insanın göz nuruyla yaşatılması gereken bir sanat ve zenaat ve yaşama zevki merkezi olabilir. Antakya kurulduğu günden beri hep şehir olmayı bildi. Antakya’ya kent demek yaraşmaz. O bir şehir, Kültürlü, işbölümüyle yaşamını sürdüren, zengin bir sosyal birikim yaratmış ,Uygar bir yerleşim diyarı. Üstelik Antakya’nın destekçi yerleşim yerleri de var: Oralarda farklı diller, farklı ırklar,farklı kültürler ve atalardan kalan derin,yoğun bir felsefi barışçılık… Bunları hayata geçirmemek için özel eğitim mi aldık biz ?

Kerim DÖNMEZ
Bu söyleşi için kendi adıma ve Karalama Dergisi adına çok teşekkür ediyor, yüreklerimizi yakaladığınız yapıtlarınızı uzun yıllar üretmeye devam etmenizi diliyorum.

Ayla KUTLU

Üretim her birimizin görevi. Galiba çok özgün bir söyleşi oldu. Nedeni sorularınız… Ben de teşekkür ederim.

Masa da masaymış ha

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

Edip Cansever
Xasiork 200(7.) K.Ö.Y.

Bilimkurgu, fantezi, korku, gerilim, polisiye kısa Öykü yarışması

İlkini 2001 yılında organize ettiğimiz xasiork kısa Öykü yarışması'nın 6.sı. son katılım tarihi 01-10 ekim arası olmak üzere başlamıştır.

Organizasyon takvimi şu şekildedir:

- 01-10 Ekim son katılım tarihi,
- 20 Ekim, yarışmaya katılan öyküler jüri, diğer katılımcılar ve ziyaretçilerin okumasına açılır,

Jüri iki aşamalı bir değerlendirme yapar:
- 15 kasım her jüri üyesi ayrı-ayrı ilk üç için seçtiği öyküyü organizasyon komitesine gönderir, bu öykülerden finalist öyküler oluşur. diyelim ki jüriden gelen listede 15 farklı öykü var. bu 15 farklı öykü finalist tabloyu oluşturur.
- 30 kasım'da her jüri üyesi finalist tablo sayısındaki öykü sayısı üzerinden en beğendiğine en yüksek puan olmak üzere puanlama yapar. Örneğin finalist öykü sayısı 15 ise en beğendiğine 15 puan olmak üzere her öyküye bir puan verir. bu sayı 16 ise en yüksek puan 16 olacaktır.
- 1 Aralık'ta jürinin ikinci aşama sonucu gönderdiği puanlar toplandığında her öykünün sırası ortaya çıkar.
- Aralık ayı içinde yapılacak ödül töreni ile ilk üç dereceye giren öyküler ile üç mansiyon derecesi alan öykü açıklanır.

Yarışmaya katılım koşulları:
- Her yarışmacı en fazla 2 öykü ile katılabilir,
- Öyküler en fazla 20 word sayfası (times new roman 10 punto ile) olabilir.
- Öyküler daha önce bir yarışmaya katılmışsa bile derece almamış olmalıdır. Öyklerin yasal olarak başka bir kuruluşa yasal bağı olmamalıdır. böyle bir durumda yarışmacı diskalifiye edilir.
- Her yarışmacı öyküler ile birlikte isim, soyadı, adesi, telefon numarası ve özgeçmiş olan bir metni göndermek zorundadır. bu belgedeki yalan beyanları saptanan yarışmacılar diskalifiye edilir. Yalan beyanlar yarışmacıyı bağlar, organizasyon sorumluluk kabul etmez.

Öyküleri nasıl göndereceksiniz:
yarışmacılar öyküleri internet üzerinden e-mail olarak göndermelidirler. Geri dönüşler için e-mail adresleri mutlaka doğru olmalıdır.

mail adresleri:
xasiork2007@hotmail.com
xasiork2007@gmail.com
xasiork2007@mynet.com
xasiork2007@yahoo.com

Jüri komitesi:
Orkun UÇAR -Yazar, Onur konuk-
Haktan kaan İÇEL -Yönetmen-.
Seran Demiral -Yazar-
Yiğit TURHAN -Yazar- (xk (6) roman yarışması 1.si)
Kadim GÜLTEKİN -Yazar- (xk (6) roman yarışması 1.si)
Cihan GÜLBUDAK -Yazar- (xk (6) roman yarışması 3.sü)
Bahadır İÇEL -yazar, konuk jüri-


Xasiork Kısa Öykü yarışması genç yazarlara kariyer ve motivasyon sağlamak amacıyla düzenlenmektedir. Geçtiğimiz yıllarda dereceye giren öykülerden bazıları "Ölümsüzler 1" adlı kitapta yer almıştır. bundan sonra da -kısmetse- Ölümsüzler serisini devam ettirecek ve türk edebiyatına yeni isimler kazandıracağız.

Yarışmaya katılmayı düşününlere başarılar dileriz.

Yarışmayla ilgili diğer bilgileri ve duyuruları: www.xasiork.biz sitesindeki yarışma linkinden takip edebilirsiniz.

Foça Belediyesi, Deniz Öyküleri Ödülü

Deniz Öyküleri Ödülü'nü Kazananlar Belli Oldu !
9 - 10 - 11 Eylül 2007 tarihlerinde düzenlenecek olan "Uluslararası Rastgele Balıkçılık Festivali" kapsamında verilmesi kararlaştırılan "Deniz Öyküleri Ödülü" ne başvuran 184 öykücünün yapıtları değerlendirilmiş ve derece alan yapıtlar aşağıda yarışmacıların ve halkımızın bilgisine sunulmuştur. ( 31.08.2007)
Birinci : Vecdi ÇIRACIOĞLU - Oltacı Miran ve Sarıkanat
İkinci : Ceylan USANMAZ - Kıyıda Köşede
Üçüncü : Ahmet BÜKE - Leyla Gitmez Bir Yere
Mansiyon : Çiğdem KOÇ - Denize Dönmek
Mansiyon : Kadir Yüksel - Süreyya
Mansiyon : Sema İşisağ Üçüncü - Nautilus Ya da Mavi Yahut Deniz
http://www.foca.bel.tr/duyuru/denizoykuleri.html
ASUMAN ATAKUMAN RESİM SERGİSİ
"MANZARALAR"

Tarih: 7-8-9 Eylül 2007

Yer: T.C Ziraat Bankası Kızıltan/Ulukavak Sanat Galerisi SAFRANBOLU

4.09.2007

Sincan İstasyonu




Edebiyat dünyasında "boşluk" olduğunu düşünenler, artık Sincan İstasyonu'nda buluşuyor.

Eylül 2007'de yayın hayatına 'merhaba' diyen ve şiirde 'yalınlığı'-'duruluğu' esas alan Sincan İstasyonu, aylık periyotlarla, piyasada 3 YTL'den satışa sunuldu.

Yayın yönetmenliğini şair Abdülkadir Budak'ın üstlendiği; Ülkü Tamer, Sina Akyol gibi şiirimizin öndegelen isimlerinin desteklediği dergi, şimdilik Ankara, İstanbul, Kayseri, Ordu, Eskişehir, İzmir, Antakya ve Bursa kitabevlerinde bulunmaktadır.

Önümüzdeki günlerde dağıtım kanallarını artıracak olan Sincan İstasyonu'nun ilk sayısında, usta yazarlarımızdan genç kalemlerin şiir ve yazılarına, ilginç anekdotlara ve çarpıcı köşelere rastlamak isteyenlerin, bundan böyle keyifle okuyabilecekleri ve edebiyat dünyasında var olan "boşluğa müdahale" edebilecekleri bir dergileri var.