3.12.2012

Bu Kentin Işıkları-Defne'nin İzini Sürenler(Atayurt Gazetesi)/Onur Aslan ile Söyleşi

Musa Artar: Sevgili Onur, Defnenin İzini Sürenler olarak kültürümüze gönül veren ışıkları tanıtmayı ilke edindik. Okurlarımız için bize kendinizi tanıtır mısınız? Edebiyatla tanışmanız nasıl ve ne zaman oldu? İlk etki kaynaklarınız nelerdi?

Onur Aslan: Merhaba, Doğunun Kraliçesi Antakya’da yaşıyorum. Özgeçmiş’imde ayrıntılı olarak kendimden bahsettim; ama bu soru üzerine sanırım birkaç şey daha eklemem gerekmektedir. Edebiyatla tanışmam Ağabeyim İ.Deniz Aslan sayesinde olmuştur. İ.Deniz şiir yazardı ve sürekli eve, yeni kitaplarla gelirdi. Her daim okurdu, sonra hoşuna giden şairlerin dizelerini benimle paylaşırdı. Ben o dönemler tiyatro ile uğraşıyordum, yani yabancısı sayılmazdım edebiyatın. Deniz’in okuduğu dizeler beni de büyülerdi. Yeni aldığı bir kitabı o bitirir bitirmez ben ele geçirirdim. Onun kitaplığından çok yararlanmışımdır. Bir şeyler yazıyordum o dönemlerde, bir ajanda dolusu yazı ve şiirciklerim mevcuttur! Kimselerin bilmediği. Ağabeyime zaman zaman yazdıklarımdan bahsediyordum, sonra bir gün iki sayfalık bir düzyazımı Ağabeyime okusun diye verdim. “Acaba bu yayımlanacak düzeyde mi?” diye eleştirisini almak istedim. Sağ olsun yazıyı okudu. Yazı yaklaşık bir ay kendisinde kaldı. Ben merak içinde kendisinden bir eleştiri beklerken en sonunda dayanamadım; “Ağabey; benim yazı ne oldu?” diye sormaktan kendimi alıkoyamadım. “İlgileniyorum, yazını bir arkadaşıma emanet ettim. Kendisi düzyazıda ve öykü’de iyidir, onun düşüncelerini almak, seni bu aşamada yönlendirmek hususunda daha sağlıklı olabilir diye düşündüm.”dedi. Bir süre sonra, o güzelim iki sayfalık yazıyı ağabeyimin arkadaşı bir sayfa haline getirmişti. Tüm gereksiz bulduğu yerleri çizmiş, fazlalık olarak gördüğü yerleri çıkarmış, yazım ve imla kurallarına göre düzenlemiş ve anlatım bozukluğu olan yerleri kırmızı kalem ile işaretlemişti. Bana her yaptığı düzenlemeyi harfi harfine açıkladı. “Gitti güzelim yazı” dedim kendi kendime. Bir sayfaya düşürmüş yazıyı, o dönemler ne kadar uzun yazarsam o kadar daha iyi olacağını düşünüyordum da.. “Bu yazı bu şekilde yayımlanabilir mi?” dedim ağabeyime. Tebessüm etti sadece. Sonra benim bir sayfalık yazıyı alıp eve geldik. Yazı yaklaşık bir ay kadar daha ağabeyimde kaldı. Sonra bir gün ağabeyim: “senin yazı tamam, artık yayımlanabilir,” diyerek uzattı bana kâğıdı. O an yaşadığım şaşkınlığı hatırladıkça gülerim halime.. Ağabeyim, yazıya bir şair gözüyle bakmış olmalı ki, benim güzelim bir sayfalık yazı; olmuş beş satır. Her okuyan kırpar mı biraz biraz arkadaş! (tabi benim talebim dışında değildi bu yapıcı eleştirileri, çünkü iyi bir ders olmuştu bana sundukları öneriler. Sonrasında yazılarımda hep daha tasarruflu davrandım.) Yazım; beş altı satırlık haliyle “Çınar” dergisinde yayımlanmıştı. İsterseniz söyleşiden sonra ilk yayımlanan yazımı sizinle paylaşırım..

O yıllarda ağabeyim ve arkadaşları bu kentte “Amik” adında bir kültür sanat edebiyat dergisi çıkarıyorlardı. Amik okul olmuştur bana desem abartmış sayılmam.

Canan Başkaya: Yazar; kişiliği, edebî kimliği ve eserleri ile bir kimliktir. O kimliği yaşadığı çevre biçimlendirir. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Onur Aslan: Katılıyorum. İnsan yaşadığı yerin aynasıdır. Örf ve adetlerimiz, gelenek ve göreneklerimiz hep hayatımızı şekillendirmektedir. Bunu aile yapımıza indirgeyebiliriz. Daha çocukken biçimlenen kimliğimiz aldığımız eğitim, yaşam şartları: ekonomik, sosyal durumlar hep insanın karakter oluşumunun evresi içinde sayılmakta.. Ben bildiğim, gördüğüm, kurguladığım, okuduğum ve hayal edebildiğim ölçüde zenginim mesela.. çünkü; bir yazar bunların sonucunda üretebilir ancak..



M. Artar: Dil ile söz ayrımı için ne dersiniz? Ayrıca, günlük dil ile şiir dili arasında fark olmalı mıdır?

Onur Aslan: Dil, özünde bir toplumun var oluşunun resmidir. Dil içinde müziği, şiiri, görsel ve çizim sanatını vs. barındırır. Sanatın tüm dalları tek başlarına ayrı ayrı anılsalar da aslında hepsi iç içedir. Şöyle ki; müziğin içinde şiir vardır, şiirin içinde resim, resmin içinde öykü vs.. Çünkü dil tüm bunları ifade biçimidir. Daha çok Filologlar hep yazı dili ile uğraşırlar. Sözlü dil ile uğraşmazlar. Bu yüzden: Söz; tamamen kişiseldir diyebiliriz. Bizler günlük hayatta kullanılan sözcüklerle yazarız; ama bunu kendimize göre şekillendirir (imge yükler) ve okura öyle sunarız ki, bu da bizim kendimize ait oluşturduğumuz dil haline gelir. Her şairin kendine özgü ayrı bir dili vardır. Hemen hemen hiçbir şair konuştuğu gibi yazmaz, sözcükleri alır, onları öylesine mükemmel bir şekilde diğer sözcüklerle halaya tutuşturur ki; bu görsel şölen okurun bilinçaltında şekillendiği an, okur imgeyle tanışmış demektir.

C. Başkaya: Yapıtlarınızdaki dil anlayışınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Günümüz edebiyatında kullanılan Türkçe hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?



Onur Aslan: Yazılarımda illaki öz Türkçe kullanacağım diye kendimi kasmam. Eğer ki, Türkçesi aynı ses ve ritmi yaratırsa ya da şiirimdeki dizeye daha uygun düşüyorsa muhakkak Türkçesini kullanırım. Düzyazılarımda ve öykülerimde genellikle Türkçe sözcük seçiminde çok hassas davranırım. Özellikle ayıklamaya çalışırım yabancı sözcükleri yazımdan; ama aynı şeyi şiirlerim için söyleyemeyeceğim; çünkü şiir buna müsaade etmez, yani benim şiir dilim buna müsaade etmez desem sanırım daha uygun düşer.

Günümüz edebiyatında kullanılan Türkçeye gelince, usta yazarlarımız her zaman dilimize zenginlik katmaya devam etmektedirler. Zaten olması gereken de bu: her yazarın boynunun borcudur kendini ifade ettiği dile yeni sözcükler kazandırmak..





M. Artar: Türkiye’de edebiyatın geldiği noktayı ve çan, ezan, hazzan dostluğunun kök saldığı Antakya’da edebiyatın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?



Onur Aslan: Ülkemizde yeni, farklı tarzlarda oluşturulan edebi eserler mevcut. Bu bir gelişme olarak sayılmalıdır bence. Mesela yazılan şiir örnekleri çok farklılık göstermeye başlamıştır. Modern şiir, deneysel şiir yayımlanmaya başlanmıştır edebiyat dergilerinde. Rakamlarla yazılan, adına şiir denilen örnekler de var. Sürekli yenilenen ve nitelikli ürünlerle karşı karşıyayız, dil olarak da kendine “ben varım” dedirten öykü ve roman kitapları da hayli yol aldığımızın ispatı.

Antakya’daki edebiyatın geldiği nokta için de aynı durum söz konusu.



C. Başkaya: Bu arada yeni eseriniz de hayırlı olsun, tebrik ederiz. Bu eserinizden lütfen söz edelim mi?



Onur Aslan: Teşekkür ederim. Daha bugün çıktı. Bildiğiniz üzere bu kitap benim ikinci göz ağrım. İlki öykü kitabıydı. Şimdikinin adı, “Başucumdaki Karanlık” toplam 72 sayfadan ve 3 bölümden oluşmaktadır. Her bölümde on bir şiir, toplam 33(otuz üç) şiir var kitapta. Bu şiirler uzun süredir nadasa bırakılmıştı. Yani aceleye gelmiş bir dosya değildir “Başucumdaki Karanlık” Beğenileceğini ve ses getireceğini umuyorum.



Kitaba almadığım daha birçok şiirim var. Şiir kitabı yayımlatmak diğer türlere nazaran biraz daha çetrefilli günümüzde… Neyse o konulara girmeyeyim şimdi. Şiirlerim ve kitabım üzerine ben konuşmayayım, okur kendi eleştirisini yapsın istiyorum.

M. Artar: Yazıya gönül vermek isteyenler için “olmazsa olmazlar” nelerdir?

Onur Aslan: Belki klasik olacak ama: okumak, okumak, okumak..

Kendilerinden önceki çoğu yazarı bilmek, tanımak zorundalar. Sonrasında zaten yeni bir şey demek istiyorlarsa yazıya bulaşırlar..

C. Başkaya: Edebiyat dünyası dergilerle hayat buluyor. Kalem mektebi bir anlamda sanat adamı ve okuyucu birlikte yeşeriyor diye düşünüyorum. Yerelde ve ulusalda dergilerin işlevi konusunda neler düşünüyorsunuz?



Onur Aslan: Dergiler okur ile yazar arasında her zaman bir köprü görevi görmüştür. İlişkileri taze tutan bir gereklilik.. Genç yazar ve şairler için aynı zamanda bir okuldur dergiler. Yerel ve ulusal dergiler her daim çıkmalı. Özellikle genç yazarları ve yazar adaylarını tetikleyen, onların kendilerini geliştirmelerine olanak sağlayan bir yapısı vardır dergilerin. Ben yıllarca dergicilikle uğraştım. Antakya’da bu işin hamallığını yaptım. Hamallık diyorum, çünkü ilgilenenler daha iyi bilir. Hiçbir getirisi yoktur. Hatta cebinizden her sayı için para koyarsınız sırf dergi yaşasın diye. Neyse;

Dergiler edebiyata yeni isimler kazandırır. Dergiler; okurun edebiyata ilgilisini sürekli canlı tutar.

Kısaca; dergilerin dertleri: “Edebiyat” olmalı..

Canan Başkaya Q M. Artar: Sayın Aslan, güzel sohbetiniz için sağ olun, var olun. Unutmadan, ilk yayımlanan yazınızı da paylaşabilir misiniz?

Onur Aslan: Teşekkür ederim. Sizler de sağ olun. Paylaşayım tabi:





Yarınlara Işımak

Yarınlar bitmez ki: her yarın bir umut doğurur, her umut bir yarın. Yaşamı bütün yarınların oluşturduğu gibi, sevgileri de, üzüntüleri de başka başka yarınlar oluşturur. Ne kadar eziyet çeksek de, ne kadar üzülsek de...

Yaşamın nesneliğini; zorluk dayatsa da, aşılması imkânsızlaşan sorunlar dayatsa da, çaresizliği hiçe saymalı insan, karamsarlığı yokumsamalı. Coşkun ezgilerle, türkü söylercesine, pırıl pırıl yarınlar düşlemek... ve tutup da indirmek güneşi, her yeni günün sabahlarından ışımak, ışımak, ışımak.



Onur Aslan
29/11/2012

30.10.2012

Başucumdaki Karanlık - Onur Aslan (Şiir)

Onur ASLAN - Şiir - Başucumdaki Karanlık (Ekim 2012)
Kurgu Kültür Merkezi Yayınları'ndan çıktı.

26.09.2012

Onur Aslan-mevsimini gördüm

mevsimini gördüm




martılar ki

gidene yoldaşı

kararsızlığımın

  Onur Aslan

9.01.2012

Ayrılık da Yakışmalı Hayata(Şiir)

ŞİİRDEN ŞİİRE XXIV

Ayrılık da Yakışmalı Hayata – İ. Deniz Aslan, Hayal Yayınları, 1.basım, Ocak 2011


İ. Deniz Aslan, halen Paris’te yaşamını sürdüren 1976, Antakya doğumlu bir şair. Şiirlerine ara sıra rastlıyoruz dergilerde. Yaşıtlarına göre biraz gecikmeli ulaştı Aslan’ın ilk yapıtı okura.
Kimi zaman yaşam gerçekliğinizi belirleyen nedenler sizi her şeyden ayrı düşürebilir. Sanırım Ayrılıklar da Yakışmalı Hayata’nın temelinde de böyle bir burukluk var. “Ayrılık sevdaya dahil (Attilâ İlhan)” ne de olsa! Sevinçlerden çok kederleri, kavuşmalardan çok ayrılıkları sürükleyen duyarlığına bakılırsa, tüm ulaşılmazlığını, ertelenmişliğini şiirle gidermeye çalışmış Aslan. Şu iki dize yaşamına özgü ipuçlarıyla dolu:

“ağaçtan sayfalar yapmak zamanı, birdenbire yırtılan

fırtınalar var hayatımızda, özlem iyi şeydir biliyorsun” (s:5)

Bir bakıma ayrılıkların yakıp kavurduğu özlem üstüne gelişiyor düşünceler:

“biliyorsun Sefa ellerinde kanıt var

uzak bir istasyona koşar gibi

terliyor iskele gemileri gözlerimizde gece

her vagonda aşk bir gökyüzü tanıyor” (s:11)

Aradaki uzaklığın dalga dalga şiire dönüşmesi geride kalan sesleri yüklenmek gibi bir şey. Yüklenmenin yanı sıra ayıklama uğraşıyla bata çıka ilerliyor bellek gemisi. Özlemin sahibi, şiirini oluşturan imgeleri bu sezgisel ortamdan çıkarıyor:

“gürültüsü dönüyor dalgaların

duyuyorum duyduğunu / derken sağır

sezgisi unutulmaz imgeleri taşıyor

aşarken dağları denizleri “ (s:12)

Geride kalanların hesabı soylu bir yalnızlıkta mayalanıyor. Hüzün, doğal seyrinde ele alınarak şiire dönüştürülüyor. “her ayna dolabından geniş bir anahtar saklarmış / gördün işte, kış da bitti! sonra bir aşk daha…”ya (s:14) koşut olarak “aşkın mülkü alıştı güzel yalnızlığına”(s:17) suskunluğunu olumlamanın geri çekilmekle ilgisi yok. Sözünü ettiğimiz yalnızlığın çekirdeğine kayıtlı her şey. İçindeki kristalize anların şiiri dur durak bilmiyor; engel tanımıyor. Bu yüzden “ufkun yedi çizgisini, yağmur / içti güneşin sesini orda / içine içine denizin / yürüdü…” (s:17) eylemliliğini fark etmiyorsanız, sözcüklerin duyguların yerini aldığını göremezsiniz.
Aslan, “gizini kasan bir uğultu / köpüren çığlıkların koynunda Akdeniz” (s:22) diye işaret ettiği plazması Akdeniz olan bir ortamda geziniyor. İskenderun Körfezinden Fransa kıyılarına değin mavisel bir dostluğa yatırmış yaşam çizgisini. Kuşları, köpükleriyle akraba… Hepsi “köpüren çığlık”a bağlı. Islak kalmak onu kendine getiriyor. Yağmuru, nehirleri, iletişim aracı gibi kullanıyor. ‘Ağaç’ imgesine bağlığı oldukça derin. Şiirse tüm açığını kapatıyor. Arada bir ‘anne’ yüzü de vazgeçilmezlerinden. Bu ıpıslak yalnızlığı şiir diliyle yorumlamak için şu dört dize yeter bize:

“kalemini yakar gecenin

kış yıldızı gibi sessizce

her aşk yağmurun yüzünde izlenirmiş…
Seni aşk öldürsün anne, beni şiir…” (s:32)

Onu uzaklığa sürükleyen yaşam kavgası, kuşkusuz kırgınlıklarla dolu. Dizelerden yansıyan parça parça kırgınlıkların neleri bütünlediğini kestiremiyoruz. Ayrılık içinde ayrılıkların, türlü ulaşılmazlıkların çatlağı hayli derin. Ancak yenilgiler karşısındaki tutumu, yarasını bilip geleceğini şekilleyen meydan okuyucu bir tavır sergiliyor:

“aşkı aramak

söke söke şafaklardan kavganın mührünü

sonsuz bir mürekkebi damıtarak

o derin yaralara…”(s:23)

Başka bir şiirde “artık açıkta kapışmalı / hayat” (s:37) denildiğine göre, yüz yüze bir hesaplaşma öngörülüyor. Elbette toplumsal bir yüzü de var bunun; aynı zamanda “şiir / çocuklara kefildir” (s:62) özgüvenini aşılayan bir ideolojisi!.. Özellikle ‘aşk’ ve ‘şiir’i vazgeçilmezleri arasında saymak yarayı daha da anlamlı kılıyor. “yoksul otelleri gördüm ucuz şaraplar / içtim / bağrıma / bastı soğuk sokakları bastı geceler”in (s:39) amansız yalnızlığında umudu diri tutmaksa yürek ister. Üstelik yalnızlığın boyutu “bölündüm / sonra bir istasyon bir geceden / trensiz geçti” (s:45) denecek denli zamanötesi bir tersinlemeye taşınıyorsa iyiden iyiye şiirin vicdanına sığınılmıştır. Aslan bu tersinlemede, “ve radyonuz yok, ne de kitap…/ şiir gözlüğünüz” (s:49) ıssızlığıyla şiiri olmayana da göndermede bulunmuştur. Ona kalırsa şiirsizliğin boyutu yıkımların en büyüğüdür. Kaldı ki “ah! / biri gibidir eşya! (s:51) iç çekişiyle nesneleri okumayı iş edindiği gözlemleniyoruz. Zaten bir yerde Aslan’ın şiiri, tinsel dağınıklığı içinde nesneleri okumaya çalışan bir şiirdir. Bu dağınıklık her türlü insan halini yüklenir. Sözgelimi “kemiğini kırmış bir bıçağın önünde kim durabilir?”(s:53) dendiğinde, şiiri imleyen perdelerin gerisinde başkaldırıyla intihar arası bir kişilik çıkar karşımıza. Bu öylesine bir katmerli bir perdedir ki, nesnelerden çıkarsanan portrede içsel fırtınalardan haberdar oluruz. Yani az önce sözünü ettiğimiz ‘amansız yalnızlık’, “kaç aşkın kınından / kılıcı çekiyor / adres sorana / bir deli bu akşam / nereye gidiyor? / gül; / evini kendi sokağında kaybetmiş!” (s:55) söylemiyle şiddetini sürdürür. Burada da yitik gül imgesi içinde gizlenmiştir şair öznesi. Dolayısıyla, kendi sokağındaki yitiklikle yabancılaşmanın çekirdeği üzerinde de durmuştur. Zaten şair hüznünü belirleyen tek tek yitikliklerin/yenilgilerin toplamıdır. Yoksa “her şair büyük ölüdür”(s:58) genellemesini geçerli bir nedene bağlayamayız. Bence İ.Deniz Aslan şiirinin uzaklığı, dağınıklığı, parçalanmışlığı şöyle bütünlüyor kendini:

“utkusu zamansız yenilgilerimin

geçtim gölgesini gece kör,

ateş ter içinde, pusula aç

pulun çürüdüğü tarihlere uzak

kaybolmak tutkusuyla dağılarak

yeter taşıdım kim/siz/liğimi

sancısı anlaşılmaz çocuklukların haylazlığını bıraktım

çantasını postacılarımızın…” (s:66)

AHMET GÜNBAŞ