9.01.2012

Ayrılık da Yakışmalı Hayata(Şiir)

ŞİİRDEN ŞİİRE XXIV

Ayrılık da Yakışmalı Hayata – İ. Deniz Aslan, Hayal Yayınları, 1.basım, Ocak 2011


İ. Deniz Aslan, halen Paris’te yaşamını sürdüren 1976, Antakya doğumlu bir şair. Şiirlerine ara sıra rastlıyoruz dergilerde. Yaşıtlarına göre biraz gecikmeli ulaştı Aslan’ın ilk yapıtı okura.
Kimi zaman yaşam gerçekliğinizi belirleyen nedenler sizi her şeyden ayrı düşürebilir. Sanırım Ayrılıklar da Yakışmalı Hayata’nın temelinde de böyle bir burukluk var. “Ayrılık sevdaya dahil (Attilâ İlhan)” ne de olsa! Sevinçlerden çok kederleri, kavuşmalardan çok ayrılıkları sürükleyen duyarlığına bakılırsa, tüm ulaşılmazlığını, ertelenmişliğini şiirle gidermeye çalışmış Aslan. Şu iki dize yaşamına özgü ipuçlarıyla dolu:

“ağaçtan sayfalar yapmak zamanı, birdenbire yırtılan

fırtınalar var hayatımızda, özlem iyi şeydir biliyorsun” (s:5)

Bir bakıma ayrılıkların yakıp kavurduğu özlem üstüne gelişiyor düşünceler:

“biliyorsun Sefa ellerinde kanıt var

uzak bir istasyona koşar gibi

terliyor iskele gemileri gözlerimizde gece

her vagonda aşk bir gökyüzü tanıyor” (s:11)

Aradaki uzaklığın dalga dalga şiire dönüşmesi geride kalan sesleri yüklenmek gibi bir şey. Yüklenmenin yanı sıra ayıklama uğraşıyla bata çıka ilerliyor bellek gemisi. Özlemin sahibi, şiirini oluşturan imgeleri bu sezgisel ortamdan çıkarıyor:

“gürültüsü dönüyor dalgaların

duyuyorum duyduğunu / derken sağır

sezgisi unutulmaz imgeleri taşıyor

aşarken dağları denizleri “ (s:12)

Geride kalanların hesabı soylu bir yalnızlıkta mayalanıyor. Hüzün, doğal seyrinde ele alınarak şiire dönüştürülüyor. “her ayna dolabından geniş bir anahtar saklarmış / gördün işte, kış da bitti! sonra bir aşk daha…”ya (s:14) koşut olarak “aşkın mülkü alıştı güzel yalnızlığına”(s:17) suskunluğunu olumlamanın geri çekilmekle ilgisi yok. Sözünü ettiğimiz yalnızlığın çekirdeğine kayıtlı her şey. İçindeki kristalize anların şiiri dur durak bilmiyor; engel tanımıyor. Bu yüzden “ufkun yedi çizgisini, yağmur / içti güneşin sesini orda / içine içine denizin / yürüdü…” (s:17) eylemliliğini fark etmiyorsanız, sözcüklerin duyguların yerini aldığını göremezsiniz.
Aslan, “gizini kasan bir uğultu / köpüren çığlıkların koynunda Akdeniz” (s:22) diye işaret ettiği plazması Akdeniz olan bir ortamda geziniyor. İskenderun Körfezinden Fransa kıyılarına değin mavisel bir dostluğa yatırmış yaşam çizgisini. Kuşları, köpükleriyle akraba… Hepsi “köpüren çığlık”a bağlı. Islak kalmak onu kendine getiriyor. Yağmuru, nehirleri, iletişim aracı gibi kullanıyor. ‘Ağaç’ imgesine bağlığı oldukça derin. Şiirse tüm açığını kapatıyor. Arada bir ‘anne’ yüzü de vazgeçilmezlerinden. Bu ıpıslak yalnızlığı şiir diliyle yorumlamak için şu dört dize yeter bize:

“kalemini yakar gecenin

kış yıldızı gibi sessizce

her aşk yağmurun yüzünde izlenirmiş…
Seni aşk öldürsün anne, beni şiir…” (s:32)

Onu uzaklığa sürükleyen yaşam kavgası, kuşkusuz kırgınlıklarla dolu. Dizelerden yansıyan parça parça kırgınlıkların neleri bütünlediğini kestiremiyoruz. Ayrılık içinde ayrılıkların, türlü ulaşılmazlıkların çatlağı hayli derin. Ancak yenilgiler karşısındaki tutumu, yarasını bilip geleceğini şekilleyen meydan okuyucu bir tavır sergiliyor:

“aşkı aramak

söke söke şafaklardan kavganın mührünü

sonsuz bir mürekkebi damıtarak

o derin yaralara…”(s:23)

Başka bir şiirde “artık açıkta kapışmalı / hayat” (s:37) denildiğine göre, yüz yüze bir hesaplaşma öngörülüyor. Elbette toplumsal bir yüzü de var bunun; aynı zamanda “şiir / çocuklara kefildir” (s:62) özgüvenini aşılayan bir ideolojisi!.. Özellikle ‘aşk’ ve ‘şiir’i vazgeçilmezleri arasında saymak yarayı daha da anlamlı kılıyor. “yoksul otelleri gördüm ucuz şaraplar / içtim / bağrıma / bastı soğuk sokakları bastı geceler”in (s:39) amansız yalnızlığında umudu diri tutmaksa yürek ister. Üstelik yalnızlığın boyutu “bölündüm / sonra bir istasyon bir geceden / trensiz geçti” (s:45) denecek denli zamanötesi bir tersinlemeye taşınıyorsa iyiden iyiye şiirin vicdanına sığınılmıştır. Aslan bu tersinlemede, “ve radyonuz yok, ne de kitap…/ şiir gözlüğünüz” (s:49) ıssızlığıyla şiiri olmayana da göndermede bulunmuştur. Ona kalırsa şiirsizliğin boyutu yıkımların en büyüğüdür. Kaldı ki “ah! / biri gibidir eşya! (s:51) iç çekişiyle nesneleri okumayı iş edindiği gözlemleniyoruz. Zaten bir yerde Aslan’ın şiiri, tinsel dağınıklığı içinde nesneleri okumaya çalışan bir şiirdir. Bu dağınıklık her türlü insan halini yüklenir. Sözgelimi “kemiğini kırmış bir bıçağın önünde kim durabilir?”(s:53) dendiğinde, şiiri imleyen perdelerin gerisinde başkaldırıyla intihar arası bir kişilik çıkar karşımıza. Bu öylesine bir katmerli bir perdedir ki, nesnelerden çıkarsanan portrede içsel fırtınalardan haberdar oluruz. Yani az önce sözünü ettiğimiz ‘amansız yalnızlık’, “kaç aşkın kınından / kılıcı çekiyor / adres sorana / bir deli bu akşam / nereye gidiyor? / gül; / evini kendi sokağında kaybetmiş!” (s:55) söylemiyle şiddetini sürdürür. Burada da yitik gül imgesi içinde gizlenmiştir şair öznesi. Dolayısıyla, kendi sokağındaki yitiklikle yabancılaşmanın çekirdeği üzerinde de durmuştur. Zaten şair hüznünü belirleyen tek tek yitikliklerin/yenilgilerin toplamıdır. Yoksa “her şair büyük ölüdür”(s:58) genellemesini geçerli bir nedene bağlayamayız. Bence İ.Deniz Aslan şiirinin uzaklığı, dağınıklığı, parçalanmışlığı şöyle bütünlüyor kendini:

“utkusu zamansız yenilgilerimin

geçtim gölgesini gece kör,

ateş ter içinde, pusula aç

pulun çürüdüğü tarihlere uzak

kaybolmak tutkusuyla dağılarak

yeter taşıdım kim/siz/liğimi

sancısı anlaşılmaz çocuklukların haylazlığını bıraktım

çantasını postacılarımızın…” (s:66)

AHMET GÜNBAŞ