2.10.2007

Onur Aslan



ORONTES


ve sırtımda koca çınar bir garip
kent/im… adım gizil kalır…



Bir bir çevrilen tarih yapraklarına tanıklık eden çınarların arasında büyüdüm.

Yıllar, yıllar önceydi. Genç bir Çınar vardı sırtımı yaslayabileceğim. Geniş kolları, bir atleti andıran bacakları insanı şaşırtan türdendi. İlkin o göstermişti Amanos’un ardındaki akbabaları.

Her gün beraber kalkar, Orontes’in yanağına postu sererdik. Orontes bizi görünce heyecanlanırdı. Çocuklarını salardı gökyüzüne. Biz bunu anlardık. Bir mutluluk göstergesiydi martıların tepemizde uçuşması. Hava kararana kadar bu böyle sürüp giderdi. Aslında havanın kararması değildi günü sonlandırmamızı sağlayan. Giysilerimizin ıslaklığı, kirliliği ve midemizin guruldamasıydı.
Evlerimize dağıldığımızda azar işitirdik. “Yine mi Orontes’e gittiniz, eşek herifler!” cümlesi beynimize kazınmıştı. İşitmeye alışık olduğumuz bu cümle artık bizde bir tepki uyandırmıyordu. Sıradan sözcüklermiş gibi umursamıyorduk. Ertesi günü yine aynı yoğunlukta geçiriyorduk. Biz sadece çocuk aklımızla eğleniyor, oyunlar oynuyorduk. Yalnız diğer çocuklarınkinden farklıydı oyun alanlarımız. Zaten onlar Orontes’e gelmez, gelemezlerdi. Orontes bizim arkadaşımızdı. Biz Orontes’i temizler, berraklığının bozulmaması için elimizden geldiğince çabalardık. Serinlemek için Orontes’in bir ucuna atlayacağımız zamanlarda bile, önce ayaklarımızdaki kirden bir şekilde kurtulurduk. Elimizle su taşıyıp kirden arınırdık mesela.

Çınar, bir gün tekneden söz etti. Tekne de neydi? İlk defa duyuyordum bu sözcüğü. Bakışlarımdaki şaşkınlık Çınar’ın hoşuna gitmişti ve beni bu denli meraklı görünce teknenin ne olduğunu söylemeyi erteleyip, kızdırmaya çalışmıştı. “Sen söyleme, ben tek başıma öğrenebilirim.” demiştim. Nedense bu tavrım tekneyi açıklamasına yetmişti. Ne güzel bir düşünceydi tekne. ‘Tekne, Tekne, Tekne…’ Dilimden düşürmüyordum bu sesleri.
Hayalini kuruyordum.

Orontes’in tam ortasındayız. Ben, Çınar ve biri daha… Akıntı sürüklüyor bizi. Kürek kullanmadan kenti boydan boya seyre çıkıyoruz. Arada, martılar üçer beşer tekneye konup bize “Hayırlı olsun” diyordu. Yanımızda olmaları bize güven veriyordu. Biraz ilerleyince Çınar, teknenin durması için güçlü bacaklarını kullandı. Ben de vakit kaybetmeden balık tutup martılara ikram ettim, sanki bunu yapmama gerek varmışçasına. Martılar kendi başlarına karınlarını doyurabilirlerdi doyurmasına da bir gelenek işte. Martılar bizim teknemize konuk olmuşlardı. Onları en iyi şekilde ağırlamak gerekiyordu. Böyle görmüş, bunu değişmez bir kuralmış gibi özümsemiştik. Orontes’in ikiye ayırdığı bu kentte büyük küçük herkes misafirperverdi. Antakyalılar aç kalma pahasına olsa bile konuklarına ikramda kusur göstermemek için çabalarlardı. Farklı etnik gurupların birbirleri içinde hoşgörüyle yaşamasının bıraktığı mirastır sanırım, insanların misafirperverlik gibi bir ortak paydada buluşmaları.

Roma Köprüsü’nün altından geçiyorduk. Kenti ikiye ayıran Orontes’in üzerine kurulan bu köprü eşsizdi. Bir bakışım yetiyordu her zamanki ihtişamıyla beni büyülemesine. Köprü herkesin geçmek zorunda kaldığı tek yerdi. Merkezdi. Kim ne derse desin bir şaheserdi. Büyükler çoğu şeyin önüne “tarihi” sıfatını koyup söylüyorlardı. Antakya, Antakya adını alana kadar ne çok evrim geçirmiş, neleri yaşamış, kimleri kucaklamış. Sevgi ve barış içinde tarih diye nelere imza atmış. Acaba zaman içerisinde, Roma Köprüsü de “Tarihi Roma Köprüsü” diye anılacak mı! Yoksa…

Orontes zaman zaman akış hızını arttırır bizi evlerimize dönmemiz için uyarırdı. Bu uyarıya martılar da eşlik edip havada ilginç şekiller oluştururlardı. O gün yine benzer bir uyarı almıştık; ama pek önemsememiştik. Henüz teknenin tadını çıkaramadığımız için biraz daha kaldık. Nasıl olsa Orontes arkadaşımızdı. Olabilecek durumlara karşı bizi korurdu. En kötü anlarda bile martılar bizi eve ulaştırmamışlar mıydı!
Orontes’in hafif dalgalanmasıyla teknenin dengesini koruması zorlaşıyordu. O an Orontes’in boyunun uzadığını fark ettim. Martılar havada, sanki “Çıkın!” diye çağrışıyorlardı ve ben hayatımda ilk ve son kez bir Çınar’ın gözlerinde korkuyu görecektim. Çınar’ın gözbebekleri gökyüzünde ışıldamaya başladı. Bulutlar bir tuvalin kara fonunu oluşturmuştu bile! Bu tuvalin ressamı olmuştu Çınar’ın gözleri. Resmin içinde büsbüyük bir yaratık, iki başlı bir ejderha sanki. Ağzını kocaman açmış, içindeki alevleri kendi hizasında püskürtmüştü. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Çınar buz kesmişti. Yanımızda biri daha vardı. Kimdi, neydi, neciydi bilmiyorum ama kurtarıcımız olacaktı. Gökyüzünde, kulakları rahatsız edecek bir ses yankılanmaya başladı. Resmin fonunu oluşturan kara bulutlar renk değiştiriyordu. Önce çevresinde birkaç kez beyaz bir çizgi parladı, ardından tuvalin içinde ejderhaya bürünen siluet damlalar şeklinde üzerimize boşaldı. Tuvalin ortasındaki ejderha kahverengiye dönüştü en son.
Ellerimi kafamın üzerine koyup damlalardan korunmaya çalıştığım sırada, Çınar teknede yoktu. Kurtarıcımız tekneyi Orontes’in bir ucuna çekmeyi başarmış. “Hadi gel, gel, geeeel!” diye bağırıyordu. Bense onun çağrılarına aldırış etmeden Çınar’ı arıyordum. “Çınar nerdesin!” diye bağırmamla kurtarıcımla göz göze geldik. Alık alık bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden kolumdan tutup beni karaya çekti.

İşte korkuyla tanışmıştım.
Orontes’in uyarısını dikkate almamıştık. Biraz eğlenmek adına Orontes’e çamurlar yağdırmıştık. Onu kirlettiğimiz için kendimi çoğu gece suçladım. O aklımla kendimi olanlardan sorumlu hissettim ve hayallerimde canlandırdığım senaryoların finalleri hep birileri yüzünden kötü oldu. Yaramazdım evet! Çok yaramaz bir çocuktum. Elimden bir şey gelmiyordu.
Hayalimde yarattığım oyun arkadaşım Çınar’ı kaybettim ilkin.
Üzerinden yıllar, yıllar geçti.

Hâlâ evimdeyim. Orontes’in can çekiştiği kutsal kentte ve zaman bir mozaiği törpüleyerek akıyor.

Onur Aslan

"İle" Dergisi,Sayı:8
Ocak-Şubat 2007

Hiç yorum yok: