“bir kurt nasıl kuşanırsa öyle kar günlerini
aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...”
Hilmi Yavuz
Dali, kalemini eline alıp karalama kağıtlarına önce bir çöl çizdi. Sonra kurumuş bir kaktüs ağacı... Derken küçük küçük tepeler... Çöle ait ne varsa çiziyordu. Kurumuş otlar, akrepler... Bir iskelet eksik kalmıştı.
Okuduğum Red Kit çizgi romanlarındaki çöl sahnelerini andırıyordu kalemle çizilen çöl.İnek başı çizeceğini sandığım Dali, bir deve iskeleti konduruverdi resme son olarak. Beni görmüyordu. Yanındaydım oysa. Gözlerini kısıp pencereden içeriye doluşan gün ışığını süzmeye başladı.Bulutsuzdu hava. Güneşin bütün ışınları sanki Dali’nin atölyesine doluşuyordu.Kalemi bırakıp tuvalin karşısına geçti.Karalama kağıdına çizdiği her şeyi tuvale boyamaya başladı bu kez. Sıra tam deve iskeletini çizmeye gelince biraz düşündü. İzliyordum. Gövdesinden başladı çizmeye. O çizerken ben kemiklerini sayıyordum devenin. Gövdesini bitirince gövdemin bittiğini, izleyen benden eksildiğini duyumsuyordum. Derken ayaklarım eksilmeye başladı. Dali resmi bitirmenin sevinciyle imzasını atmaya başladığında ben artık Dali’yi resimdeki deve iskeletinin göz çukurlarından izliyordum.
Resim sergisinde herkes benim göz çukurlarıma hayranlıkla bakarken, ben şaşkınlıktan ölü bir deve iskeleti olmanın sancısını yaşıyordum. Bir yere bağlı kalıp da iplerden kutulamamanın sıkıntısı... Resme bakan hiç kimse de farkımda değildi.
Kan ter içinde uyandım. Çölde bir deve iskeleti, hem de tuvalde bir deve iskeleti olmadığımın farkına varınca baharı karşılayan kardelen çiçekleri kadar sevinç duydum. Ne güzeldi insan olmak. Bir tuval olmamak... Bir iskelet olmamak tuvalde, ne güzeldi...
Sevincim uzun sürmedi. Uyandığım odada baktığım her yerde kendimi çırıl çıplak bulduğumu fark edince sevincim şaşkınlığa bıraktı yerini. Yere baktım. Yerler aynadandı. Karşı duvarlara baktım, aynadandı. Tavana baktım, aynadan... Karşılıklı bütün duvarlar aynadan... Ne çok ben vardı, ne çok ayna... Sise benzeyen soluk bir ışık aydınlatıyordu odayı. Kapıyı arandım, pencerelerini, soba deliklerini...
Aynadan bir kutunun içindeydim. Kendime ait bir eşya aradım. Bu kutuda yuvarlak, sarı kurmalı saatimden başka bana ait hiçbir şey yoktu. Ayna ve saat... ‘Deliyor muyum acaba?’ diye düşündüm. Nereye baksam sonsuzdum. Gözlerimi tavana diktiğimde iç içe geçmiş sonsuz tane yüzüm oluyordu. Odanın içinde yürümeye çalışsam sonsuz tane bacaklarım oluyordu. Duvardan duvara koştum. Aynadan aynaya...
Bendim hepsi.
İnsan ne kadar bakabilirdi ki kendine... Aynalarda hayallerini görebilir miydi insan? Gözüm aynalara açıkken hiçbir şeyin düşünü kuramıyordum. En sonunda yoruldum usandım kendime bakmaktan. Boylu boyunca yere uzanıp gözlerimi yumdum kendimi görmemek için.
Önceki gün pazara gidecektim. Traktör gelemeyince gidememiştim. Karın gittikçe yükseldiğini görünce, çocuklara bu gün için okula gelmemelerini söylemiştim. Onlar da yitip gitmişlerdi kar taneleri arasında evlerine doğru. Bahçedeki fındık ağaçları arasından bakakalmıştım arkalarından. Okulun önündeki derenin sesinden başka hiçbir şeyin sesi duyulmuyordu. Her şey sesini yitirmişti. Kar hayat belirtisi olabilecek bütün sesleri emip sulara taşımıştı sanki. Suları dikkatle dinleyen insan, dağın bütün kuşlarının sesini duyardı. Kurtların sesini, domuzların, çakalların, çocukların, karacaların sesini duyardı.
Kardan ağarık bir adam olarak içeri girmiştim. Bağıra bağıra ‘Karşıki dağı duman bürümüş/Ellerin mektubu gelmiş okunur/Benim yüreğime sokulur/Sokulur aman’ diye türkü söylüyordum teneke sobanın başında. Elektrikler her zamanki gibi kar tanelerini görünce kesilmişti. Bir gün önceden sobanın üstüne hamlaması için kuru fasulyeye sos hazırlamaya koyulmuştum türküden sonra. İçeride akşamın loşluğu vardı. Leşliği vardı. Bıkmıştım insansız akşamlardan. Durmadan mektup yazardım akşamları. Çoğunu göndermeyeceğim mektuplar... Uzun süredir kimsenin mektubunun da geldiği yoktu.
Fasulyeye alaca karanlıkta hazırladığım sosu tencereye boşlatıp yemeğin olmasını beklemiştim sıkıntıyla. Karnım gurulduyordu.
Kitaplarımı, okul anılarını taşıyan fotoğrafları karıştırdımsa da yemekten başka bir şey düşünemiyordum. Fareler dokunmuyordum. Bir canlı soluğu olması anlamlı geliyordu saçma da olsa. Aramızda anlaşma vardı sanki. Kitaplarıma dokunmuyorlardı hiç. Ancak hole bıraktığım ekmekleri yiyorlardı. Bir arkadaşa beş sayfa dolusu fareleri anlatan bir mektup göndermiştim. Farelerden bahsedene kadar anlamıyordu yalnızlığımı. Mektuba cevapta ‘anladım’ diyebilmişti. Çok mu zordu anlamak?..
Zordu...
Yemeğimi yedikten sonra lüksün patlak gömlekli hırıltılı ışığında bu kez yeniden baktım bilmem kaç bininci kez fotoğraflara. “Bir sincap gibi mesela..”bilmem kaç binici kez yeniden okudum Nazım’ı... Her şey aşındı. Beni ne kadar anlıyorlarsa, ben de o kadar anlıyordum fotoğraftaki yüzleri... hayvani bir duygu vardı içimde. Hayatta kalabilme duygusu.biyolojik varlığımı sürdürmekten başka hiçbir şey derin anlam taşımıyordu.
Pencereden dağın yamacında biriken karı izlerken uyuyakalmışım.
Kapıya vurulduğunu duyduğumda, irkilerek uyandım. Akşam baktığım pencerene hiç ışık gelmiyordu. El yordamıyla kapıya kadar ulaşıp açtım kapıyı. İçeriye kar yığını doluşunca kendime gelebildim. Köylülerdi. Ayakları görünüyordu kapıdan. Kar kapıyı kapatmıştı. Selamlaştık. Geceleri lojmana gelmekten korkarlardı. Dereden şeytan çıkacağına inanırlardı. Dereyi aşmadan da bana ulaşmak zordu tabi. Soba küreği ile içeriye doluşan karları attıktan sonra. Dışarıya doğru yükselen merdiven yaparak alabilmiştim köylüleri içeri. Kapıyı açık bırakmıştım ışığın girebilmesi için.bana biraz sitem ettikten sonra bir ihtiyacım olup olmadığını sormuşlardı. Evlerine götürmek istiyorlardı. “Yarın gelin. İşim var biraz.” Odunluğa çığır açmalarını istedim. Giyle dedikleri raketlerini ayakkabılarının altına taktıktan sonra odunluğa çığır açıp gitmişlerdi. Yüzümü bile yıkamamıştım daha. Muslukları yokladım. Su donmuştu. Korka korka bodrumdan üst kata çıkar gibi tırmandım kardan merdivenin basamaklarını. Karla yüzümü ovuşturdum yıkama niyetine. Geriye dönüp çamaşır leğenini aldım. Açtıkları çığır, kar taze olduğundan taşımıyordu beni. Çamaşır leğenini raket gibi kullanarak odunluğa kırk beş dakikada varabildim. Oysa otuz metre bile değildi odunluk lojmana. Leğeni odunla doldurursam lojmana dönemeyeceğim geldi aklıma. Doldurmadan, leğeninin içine basa basa aynı sürede ulaşabildim lojmana. Karın boyu çatıyla birdi. Usanmadan da devam ediyordu yağmaya. Hem de ne yağış!.. ceviz tanesi gibiydi her biri.
Ellerim, yüzüm donmuş bir vaziyette girdim içeriye. Kapıyı kapatmadan lüksü bulup baktım son kibritlerden biriyle. Uyduruk bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltımı yaptıktan sonra yeniden yatağa uzandım. Yapacak bir şey yoktu. Hiç bir şey yoktu. Dışarısı aydınlıktı ve ben içeride lüks ışığıyla duruyordum.
Uzandığım yerden sessizliğin sesini dinlemeye başladım. Yoktu. Sesi yoktu sessizliğin. Merdiven geldi aklıma. Dışarıya çıktım tekrar. Yağan kara aldırmadan derenin sesini dinlemeye başladım. Ne kadar durdum son basamakta, hatırlamıyorum. Çok üşümüştüm. Sesleri kulağıma doldurtabildiğim kadar doldurdum. Her tarafım kar olmuştu. Donmak üzereyken içeri girdim.
İçeride üzerimi değiştikten sonra sesleri, kimlerin, hangi hayvanların seslerine benzediklerini düşündüm uzandığım yerden. Artık hiçbir sesi benzetemiyordum. Ses kalmamıştı çünkü.
Uyuyakalmışım.
Gözlerimi açtığımda yeniden karşılaştım kendi sonsuzluğumla. Hiçbir şey düşünemiyordum sessizlikten ve yalnızlıktan başka. Kapı çalındı. Ama kapı yoktu.
“Hocaaa! Aç kapıyı, mektubun var.” Hoca kelimesi duyulur duyulmaz, kapının olduğu yerden ayna erimeye başladı. Bir kapılık bir yer belirdi yalnız. Mektubu bırakıp gitti adam. Mektubu açıp okumaya başladım.
Seni özledim.
Sesini özledim.. gülümseyişini.. gözlerinin ışığını...
Bu kent sensizliği taşıyamıyor artık.
Gelsene...
Kır çiçekleri de getir bana. Bu kentte çiçekler kokusunu çoktan yitirdi...”
Sesli sesli, tekrar tekrar okumaya başladım mektubu. Ben sesimi yükselttikçe aynalar daha hızlı erimeye başladı. Aynalar eridikçe, akşam yattığım odam, bana ait eşyalar, kitaplar, resimler çıktı ortaya.
Sesimin sıcaklığı aynaları eritti.
Mektubun sıcaklığıydı...
Aynalardan buzdandı.
Faruk Bal
aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...”
Hilmi Yavuz
Dali, kalemini eline alıp karalama kağıtlarına önce bir çöl çizdi. Sonra kurumuş bir kaktüs ağacı... Derken küçük küçük tepeler... Çöle ait ne varsa çiziyordu. Kurumuş otlar, akrepler... Bir iskelet eksik kalmıştı.
Okuduğum Red Kit çizgi romanlarındaki çöl sahnelerini andırıyordu kalemle çizilen çöl.İnek başı çizeceğini sandığım Dali, bir deve iskeleti konduruverdi resme son olarak. Beni görmüyordu. Yanındaydım oysa. Gözlerini kısıp pencereden içeriye doluşan gün ışığını süzmeye başladı.Bulutsuzdu hava. Güneşin bütün ışınları sanki Dali’nin atölyesine doluşuyordu.Kalemi bırakıp tuvalin karşısına geçti.Karalama kağıdına çizdiği her şeyi tuvale boyamaya başladı bu kez. Sıra tam deve iskeletini çizmeye gelince biraz düşündü. İzliyordum. Gövdesinden başladı çizmeye. O çizerken ben kemiklerini sayıyordum devenin. Gövdesini bitirince gövdemin bittiğini, izleyen benden eksildiğini duyumsuyordum. Derken ayaklarım eksilmeye başladı. Dali resmi bitirmenin sevinciyle imzasını atmaya başladığında ben artık Dali’yi resimdeki deve iskeletinin göz çukurlarından izliyordum.
Resim sergisinde herkes benim göz çukurlarıma hayranlıkla bakarken, ben şaşkınlıktan ölü bir deve iskeleti olmanın sancısını yaşıyordum. Bir yere bağlı kalıp da iplerden kutulamamanın sıkıntısı... Resme bakan hiç kimse de farkımda değildi.
Kan ter içinde uyandım. Çölde bir deve iskeleti, hem de tuvalde bir deve iskeleti olmadığımın farkına varınca baharı karşılayan kardelen çiçekleri kadar sevinç duydum. Ne güzeldi insan olmak. Bir tuval olmamak... Bir iskelet olmamak tuvalde, ne güzeldi...
Sevincim uzun sürmedi. Uyandığım odada baktığım her yerde kendimi çırıl çıplak bulduğumu fark edince sevincim şaşkınlığa bıraktı yerini. Yere baktım. Yerler aynadandı. Karşı duvarlara baktım, aynadandı. Tavana baktım, aynadan... Karşılıklı bütün duvarlar aynadan... Ne çok ben vardı, ne çok ayna... Sise benzeyen soluk bir ışık aydınlatıyordu odayı. Kapıyı arandım, pencerelerini, soba deliklerini...
Aynadan bir kutunun içindeydim. Kendime ait bir eşya aradım. Bu kutuda yuvarlak, sarı kurmalı saatimden başka bana ait hiçbir şey yoktu. Ayna ve saat... ‘Deliyor muyum acaba?’ diye düşündüm. Nereye baksam sonsuzdum. Gözlerimi tavana diktiğimde iç içe geçmiş sonsuz tane yüzüm oluyordu. Odanın içinde yürümeye çalışsam sonsuz tane bacaklarım oluyordu. Duvardan duvara koştum. Aynadan aynaya...
Bendim hepsi.
İnsan ne kadar bakabilirdi ki kendine... Aynalarda hayallerini görebilir miydi insan? Gözüm aynalara açıkken hiçbir şeyin düşünü kuramıyordum. En sonunda yoruldum usandım kendime bakmaktan. Boylu boyunca yere uzanıp gözlerimi yumdum kendimi görmemek için.
Önceki gün pazara gidecektim. Traktör gelemeyince gidememiştim. Karın gittikçe yükseldiğini görünce, çocuklara bu gün için okula gelmemelerini söylemiştim. Onlar da yitip gitmişlerdi kar taneleri arasında evlerine doğru. Bahçedeki fındık ağaçları arasından bakakalmıştım arkalarından. Okulun önündeki derenin sesinden başka hiçbir şeyin sesi duyulmuyordu. Her şey sesini yitirmişti. Kar hayat belirtisi olabilecek bütün sesleri emip sulara taşımıştı sanki. Suları dikkatle dinleyen insan, dağın bütün kuşlarının sesini duyardı. Kurtların sesini, domuzların, çakalların, çocukların, karacaların sesini duyardı.
Kardan ağarık bir adam olarak içeri girmiştim. Bağıra bağıra ‘Karşıki dağı duman bürümüş/Ellerin mektubu gelmiş okunur/Benim yüreğime sokulur/Sokulur aman’ diye türkü söylüyordum teneke sobanın başında. Elektrikler her zamanki gibi kar tanelerini görünce kesilmişti. Bir gün önceden sobanın üstüne hamlaması için kuru fasulyeye sos hazırlamaya koyulmuştum türküden sonra. İçeride akşamın loşluğu vardı. Leşliği vardı. Bıkmıştım insansız akşamlardan. Durmadan mektup yazardım akşamları. Çoğunu göndermeyeceğim mektuplar... Uzun süredir kimsenin mektubunun da geldiği yoktu.
Fasulyeye alaca karanlıkta hazırladığım sosu tencereye boşlatıp yemeğin olmasını beklemiştim sıkıntıyla. Karnım gurulduyordu.
Kitaplarımı, okul anılarını taşıyan fotoğrafları karıştırdımsa da yemekten başka bir şey düşünemiyordum. Fareler dokunmuyordum. Bir canlı soluğu olması anlamlı geliyordu saçma da olsa. Aramızda anlaşma vardı sanki. Kitaplarıma dokunmuyorlardı hiç. Ancak hole bıraktığım ekmekleri yiyorlardı. Bir arkadaşa beş sayfa dolusu fareleri anlatan bir mektup göndermiştim. Farelerden bahsedene kadar anlamıyordu yalnızlığımı. Mektuba cevapta ‘anladım’ diyebilmişti. Çok mu zordu anlamak?..
Zordu...
Yemeğimi yedikten sonra lüksün patlak gömlekli hırıltılı ışığında bu kez yeniden baktım bilmem kaç bininci kez fotoğraflara. “Bir sincap gibi mesela..”bilmem kaç binici kez yeniden okudum Nazım’ı... Her şey aşındı. Beni ne kadar anlıyorlarsa, ben de o kadar anlıyordum fotoğraftaki yüzleri... hayvani bir duygu vardı içimde. Hayatta kalabilme duygusu.biyolojik varlığımı sürdürmekten başka hiçbir şey derin anlam taşımıyordu.
Pencereden dağın yamacında biriken karı izlerken uyuyakalmışım.
Kapıya vurulduğunu duyduğumda, irkilerek uyandım. Akşam baktığım pencerene hiç ışık gelmiyordu. El yordamıyla kapıya kadar ulaşıp açtım kapıyı. İçeriye kar yığını doluşunca kendime gelebildim. Köylülerdi. Ayakları görünüyordu kapıdan. Kar kapıyı kapatmıştı. Selamlaştık. Geceleri lojmana gelmekten korkarlardı. Dereden şeytan çıkacağına inanırlardı. Dereyi aşmadan da bana ulaşmak zordu tabi. Soba küreği ile içeriye doluşan karları attıktan sonra. Dışarıya doğru yükselen merdiven yaparak alabilmiştim köylüleri içeri. Kapıyı açık bırakmıştım ışığın girebilmesi için.bana biraz sitem ettikten sonra bir ihtiyacım olup olmadığını sormuşlardı. Evlerine götürmek istiyorlardı. “Yarın gelin. İşim var biraz.” Odunluğa çığır açmalarını istedim. Giyle dedikleri raketlerini ayakkabılarının altına taktıktan sonra odunluğa çığır açıp gitmişlerdi. Yüzümü bile yıkamamıştım daha. Muslukları yokladım. Su donmuştu. Korka korka bodrumdan üst kata çıkar gibi tırmandım kardan merdivenin basamaklarını. Karla yüzümü ovuşturdum yıkama niyetine. Geriye dönüp çamaşır leğenini aldım. Açtıkları çığır, kar taze olduğundan taşımıyordu beni. Çamaşır leğenini raket gibi kullanarak odunluğa kırk beş dakikada varabildim. Oysa otuz metre bile değildi odunluk lojmana. Leğeni odunla doldurursam lojmana dönemeyeceğim geldi aklıma. Doldurmadan, leğeninin içine basa basa aynı sürede ulaşabildim lojmana. Karın boyu çatıyla birdi. Usanmadan da devam ediyordu yağmaya. Hem de ne yağış!.. ceviz tanesi gibiydi her biri.
Ellerim, yüzüm donmuş bir vaziyette girdim içeriye. Kapıyı kapatmadan lüksü bulup baktım son kibritlerden biriyle. Uyduruk bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltımı yaptıktan sonra yeniden yatağa uzandım. Yapacak bir şey yoktu. Hiç bir şey yoktu. Dışarısı aydınlıktı ve ben içeride lüks ışığıyla duruyordum.
Uzandığım yerden sessizliğin sesini dinlemeye başladım. Yoktu. Sesi yoktu sessizliğin. Merdiven geldi aklıma. Dışarıya çıktım tekrar. Yağan kara aldırmadan derenin sesini dinlemeye başladım. Ne kadar durdum son basamakta, hatırlamıyorum. Çok üşümüştüm. Sesleri kulağıma doldurtabildiğim kadar doldurdum. Her tarafım kar olmuştu. Donmak üzereyken içeri girdim.
İçeride üzerimi değiştikten sonra sesleri, kimlerin, hangi hayvanların seslerine benzediklerini düşündüm uzandığım yerden. Artık hiçbir sesi benzetemiyordum. Ses kalmamıştı çünkü.
Uyuyakalmışım.
Gözlerimi açtığımda yeniden karşılaştım kendi sonsuzluğumla. Hiçbir şey düşünemiyordum sessizlikten ve yalnızlıktan başka. Kapı çalındı. Ama kapı yoktu.
“Hocaaa! Aç kapıyı, mektubun var.” Hoca kelimesi duyulur duyulmaz, kapının olduğu yerden ayna erimeye başladı. Bir kapılık bir yer belirdi yalnız. Mektubu bırakıp gitti adam. Mektubu açıp okumaya başladım.
Seni özledim.
Sesini özledim.. gülümseyişini.. gözlerinin ışığını...
Bu kent sensizliği taşıyamıyor artık.
Gelsene...
Kır çiçekleri de getir bana. Bu kentte çiçekler kokusunu çoktan yitirdi...”
Sesli sesli, tekrar tekrar okumaya başladım mektubu. Ben sesimi yükselttikçe aynalar daha hızlı erimeye başladı. Aynalar eridikçe, akşam yattığım odam, bana ait eşyalar, kitaplar, resimler çıktı ortaya.
Sesimin sıcaklığı aynaları eritti.
Mektubun sıcaklığıydı...
Aynalardan buzdandı.
Faruk Bal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder