İSTİKLAL CADDESİ
O kırık gülyağı kokusu hep, aynanın önünde, gece düşlerinde. Düşlerde koku görmek, duymak yani, hayatı hiç bitmeyen bir ses edasıyla sızdırmak içindeki sokaklara. O gülyağı kokusu hep.
Kapının arkasındaki çivide asılı duran başörtüsüne, tülbent de derdi, yemyeşil gözleriyle kalın camlı gözlüklerinin arkasından bakan annem. Oysa başörtüsü tül gibi, bir pencereyi örter gibi, sanki her an bir yerlerden uçup dışarı çıkacak, artık durmaktan çok sıkılmış odalar gibi…
“Se se sessiz bir cindir be be benim babam, gece ya ya yarıları kalkıp namaz kı kı kı kılar. Abdest alırken üst katta ta takunyalarla do do dolaşır. Ko ko korkarım Hamit. Ço çok korkarımmm.”
Oysa Hamit bıyıklı, geceleri çok geç çıkıyor işten, ayna sırlıyor habire. Aynaya sürülen sır gibi gümüşî bir suyun içinden çıkmış sanki elleri. Ellerine değince kanında bir gümüş yalnızlığı. İnceden bir ter kokusu Hamit’in gömleğinde, yaz akşamları geç vakitlerde. Geceleri ta Sultanahmet’e kadar gelen deniz havaları.
Hamit bir yere götürmediği zaman yalnız. Hamit kocaman bir düş. Bıyıkları her sabah dudaklarının ince kıvrımlarına diken diken batan, hiçbir zaman öpemediği dudaklarına. Pencere önlerinde çekirdek içlemeleri, işten gelen kardeşine yemek hazırlamaları, babasının sürdüğü gülyağının baygın kokusu. Sonra yine Hamit, sonra babasının hep boş verip dolu istediği yemek tabakları, ne yaptın bu akşam kızımlar… Sonra dilinin ucunda yıllar,
kelimeler dilinin ucunda,
kekeleyip durduğu,
söyleyemediği…
Yatağın altına saklamıştım kitabı. “Gerek yok be kızım, kitap mitap boş iş,” diyor Hamit. Füruzan diye bir kadın yazmış. Karşı mahalleden Nermin verdi. “Al bak biraz,” dedi. Ona da sevgilisi hediye etmiş. Hep evine gittiği bir sevgilisi var Nermin’in.
“Yatıyoruz biz kızım,” diyor.
“Bi bi birrlikte mi ya yani.”
“Yok ailecek. Allah iyiliğini versin, herhalde birlikte kızım.”
“Hiç bi bişey bilmediğimmm için kı kı kırıyorlar üzüyorlar beni Hamit.”
Görmemişliğimle alay ediyorlar sanki. Ne yapayım, Erzurum değil ki burası. Her şey daha zor burada. Annemi bile öldürdü bu şehir. Babam sessiz bir cin, geceleri kalkıp arasıra yıkanıyor. Bir kadın yok ki yanında. Abdest alıyor. Yağmur yağıyor hep geceleri, babam ıpıslak bir adam.
Beyoğlu’nun ışıklarından bahsediyor kitap. Nermin, bir kez gitmiş Beyoğlu’na. Sevgilisi götürmüş onu.
“Kitapta okudun ya kız valla aynı öyle sinemalar var.”
“Hangi fi filme gi gittiniz. Tü Türkân Şoray mı?”
“Ooo film mi gördü gözümüz kızım, her yer karanlık, bacaklarımı tuttu, okşadı…”
Nermin benim gibi değil, alımlı, güzel. Ruj verdi bana geçen gün. “Al sür,” dedi. Bir de kısa etek. Kısa eteği sakladım. Giyemem. Hamit istemez başka erkeklerin beni o halde görmesini. Babam evde yoktu, kardeşim de arkadaşlarına gitmişti, aynaya sürdüm ruju. Hamit’i çizdim sonra sanki, onun ayna sırlayan kuvvetli ellerini çizdim aynaya. Kitaptaki kız gibi dövmez beni babam. Benimle bir kelime dışında hiç konuşmaz: “Ne yemek var?”
Geçen gün bir kız aradı evi, Tuncay’ı istedi, erkek kardeşimi. Kıskandım. Çocukluğumuzda, pazar günleri beraber kasabadaki çarşıya inerdik Tuncay’la, pastaneye giderdik. Yağmur yağardı. Sıkılırdık. Pastanenin karşı sokağında, tabureleri dışarı serilmiş bir kahve… Bir çavuş vardı. Hep bana bakardı. Çopur yüzlü bir şeydi. “Tek kazık onbaşı, çift kazık çavuş olur,” demişti Tuncay.
Bir tek tulumba tatlısı vardı o pastanede. Keşkülü önermişti bir arkadaşım. Hele tavukgöğsünü çok severmişim yesem. İstanbul’da görmüş. İlkokuldan arkadaşımdı, sonra Almanya’ya gittiler yerleştiler. Babası işçi olacaktı orada. Çok merak ederdim tavukgöğsünü. Çatalımı, karşıdaki çavuş bana baktıkça, tulumbanın sert kıvrımlarında gezdirir, korkudan titreyen ellerimle bir türlü batıramaz, sinirlenirdim.
“Ne kitabı o yavrum?”
“B Benim Sinemalarım Hamit. Fü Füruzan diye bir kadının.”
“Füruzan ne ? Soyadı yok mu bu kadının”
“…”
Pis pis sırıtıyor. “Hem sinemaya hiç gittin mi ki sen kız ?”
“Gi gittim ya bizim oradayken gitmiştim Tuncay’la, ne gü gü gülüyorsun be.”
Elini omzuma atıyor. Eminönü’ne doğru iniyoruz, gün batmak üzere.
“Çççek elini .”
“Tamam tamam sinirlenme. Erzurum’da gittiğin sinemalar buradakilere benzemez yavrum.”
(Bana yavrum diyor, bu hoşuma gidiyor, ama o kadar.)
“A adam olsaydın da alıp bi kere gö gö götür seydin o zaman,” deyip uzaklaşıyorum yanından. Sarılmak isteyen kolu havada kalıyor, susuyoruz.
“Götürmem seni öyle yerlere kızım,” diyor. “Kimin eli kimin cebinde belli değil, yavşak mıyım, godoş muyum ben?”
“Beyoğlu’na yağmur yağarken çok güzel olur,” diyor Nermin. “Eski caddeler var insanı sıcacık saran kürkler, pahalı yüzükler…”
“Ba babamın parmağında bi bi bir yüzük var.”
“Öyle yüzük değil kızım bunlar, babandaki hacı yüzüğü, bunlar başka. Şu dilini de düzeltemedin bir türlü.”
“Ne ne yapayım,” diyorum. “Annem öldükten so so sonra hiiiiç düzellmedi. Ko ko nuşmak istiyorum, ke ke ke….”
Kelimeler düğüm düğüm boğazımda.
Eminönü’nde bir akşam vapur iskelesindeyiz.
“Vapura binelim mi ?” diyor Hamit.
“Olur ama gegeç kakakalmaaayalım.”
“Yok yavrum ben seni bırakırım eve.”
“Sososonra geç olmayacak mı seeenin evine gitmenn ?”
“Yok yok merak etme sen.”
Vapurdayız.
“Be Beyoğlu ne tarafta ka ka kalıyo Hamit.”
“Bak bu taraf Beşiktaş, bu taraf Galata. Galata’nın üstü Beyoğlu. Taktın sen de şu kitap yüzünden Beyoğlu’na…Gel bakayım şöyle yanıma,” diyor.
“Eve ggeç kalacağız.”
“Ne yapalım yavrum. Vapurdayız nasıl olsa. Şimdi geri dönmez ki bu vapur.”
Küçük bir aralıktan deniz görünüyor. Biraz uzağında tuvaletten yayılan ekşi bir koku. Tuvaletin önünden geçerken, aynayı görüyorum. Hamit’i görüyorum. Geniş omuzlarında başım. Bir köşeye götürüyor beni. Ayna aklımda. Birden öpmeye kalkıyor.
“Du dur yapppma ne ne olur. Ççok he heyecanlanıyorum.”
Leylak rüzgârı… Çantam omzumda asılı olduğu yerden bileğime kadar düşüyor.
“Ça çantam düşecek,” diyorum.
“Siktir et çantayı,” diyor. “Seni seviyorum.”
Çantanın fermuarını açık unutmuşum. Kitap iyice açılmış çantadan denize düşüyor.
“Bbeenim Sinemalarımm,” diyorum. “Bi bi dakka ya düştü. Be benim d değildi o kitap.”
“Aman be,” diyor. “İki dakka düzgün konuş.”
Ellerini alıyor benden. Büyük ellerini.
“Bbben Hamit derken hiç kekekekekelemedim ama.”
O sırada önlerinden vapurdaki görevlilerden birisi geçiyor. Toparlanıyorlar. Vapur yanaşıyor…Gecenin kandili söndü.
Evdeyim. Bir tokatla kanepeye savruluyorum, kalkıyorum bir tokat daha vuruyor öbür yanağıma, müteahhit babam.
“Neden geç kaldın,” diyor.
“Bababa bi bi bi işşş…”
“Ne diyorsun be düzgün konuş,” diyor. “Kardeşinin arkadaşları görmüş Eminönü’nde geziyormuşsun. Orospu mu olacaksın ulan?”
Sol kolum mosmor. Hamit’i bir aydır görmedim. Dudaklarım aşk yarası, kelimelerim hep yarımdı. Nermin geldi yine bir akşamüstü.
“Kitabımı bitirdinse geri versene artık,” diyor.
“Yok,” diyorum.
“Bitirmedin mi daha kızım ?”
“Yok bibibitirmeeedim değil, kikitap yookk.”
“Nerede ?”
“Kakayybolduu.”
Bozuluyor biraz.
“Neyse üzülme,” diyor. “Hem sana sevineceğin bir haber vereceğim. Kitap yok ama Beyoğlu’nu göreceksin sonunda.”
“Na nasıl ?” diye fırlıyorum yerimden, ta içimde duyuyorum kolumun acısını.
“Cumartesi beraber gideceğiz. Sonra da bir pastanede buluşacağız benimkiyle. Enişten sayılır. Hem sen de açılırsın biraz, iyi olur.”
“Ço çok sağoll canımm ka ka kardeşim benimmm,” diyorum. Gözlerim doluyor.
Cumartesi sabahı. Heyecanlıyım. Ne giyeceğimi bilemiyorum. Gençlik, o bembeyaz kuş, ne kadar da kanatlı kalbimde. Aynaya bakmıyorum hiç. Küsüm ya. “O da gelecek bir gün,” diyorum içimden. “Benimle evlenecek. Söyleyeceğim ama ona, saklamayacağım hiçbir şeyi. Bir gün Nermin ve eniştemle beraber,” diyeceğim. Eniştem sayılır tabii; yatıp kalkmışlıkları da var. “Beyoğlu’na gittik ama senin götürmen başka tabii,” diyeceğim, üzülür yoksa.
Babamları yolcu ettim. Sonra biraz ruj sürdüm dudağıma. Çok değil ama. O da nasıl bir şey diye merak ettiğimden. Zil çalıyor. Nermin geldi. Giyinmiş, süslenmiş.
“Ço ço çok heeeyecanlıyım,” diyorum. “Si sinemaya da gi gider mi miyiz? Tü Türkân Şoray varrrsa.”
“Belli olmaz,” diyor Nermin. “Pastanede buluşacağız. Annemler tek başıma izin vermiyor artık bana. Seninle gezmeye gidiyoruz sanıyorlar. Bozma olur mu?”
“Be be ben sizi rahatttsız etmiyeyeyimmm o zaman.”
“Yok canım, benimkiyle de tanıştıktan sonra, bir bahane bulup gezmeye gidersin sen, merak ettiğin Beyoğlu’nu görürsün, sonra yine aynı pastanede buluşuruz…”
“Pe peki,” diyorum. Hamit’i özlüyorum. O beni böyle ortada, böyle yalnız bırakmazdı.
İşte Galata Köprüsü. İlk kez geçiyorum sınırı. Kitabımın, dibinde durduğu deniz. İşte Tünel. Benim sinemam bu. İlk filmim hem de. Enişte beyle buluşacağımız pastaneye geliyoruz. Beklemeye başlıyoruz. Erken geldik biraz galiba.
Nermin bir sigara yakıyor. Ben tavukgöğsü söylüyorum kendime. Şaşırıyorum sigara içmesine. O da şaşırmama. Yirmi dakika geçiyor. Duvarda kocaman bir saat var. Gözüm orada. Belki sinemaya gideriz. Beni de götürürler. Ben hiçbir yer bilmiyorum ki Beyoğlu’nda nasıl tek başıma gezerim diye düşünüyorum. Ama bir yandan onlar da sevgili. Yalnız olmak isterler.
“Geldi işte,” diyor. Nermin’in yüzü kapıya dönük, benim yüzüm Nermin’e. Telaşlanıyorum, elim ayağıma dolanıyor. Ya doğru dürüst konuşamazsam tanışırken, ya kekelersem. “Merhaba hanımlar,” diyor. Dönüyorum sese doğru…
Elimi uzatıyorum, bıyıklarını görünce vazgeçiyorum sıkmaktan. Gözgöze geldiğimiz an… Bildik bıyıklar bunlar. Üzerinde çıktığı ince dudaklara batan.
Elleri öyle büyük, tanıdık, öyle yalan bir dünyadayız.
“Be bebe nim biraz işim va va vardı.”
“Nereye canım,” diyor Nermin. “Kalsaydın bizimle.” Yanında beline sarılmış, hiçbir şey olmamış gibi duran Hamit’e dönüyor: “Değil mi sevgilim?” diyor.
Ağzında ne kadar kötü duran bir kelime “sevgilim”, ne sakil…Ama o, kekelemeden söylüyor işte .
“Evet kalsaydınız hanımefendi,” diyor öteki. “Sinemaya giderdik.” Zorluyor ikisi de kendini. Çok belli bu. Sol kolum sızlıyor, içimde bir kanama. Ah bir gidiş yolunu hatırlayabilsem. Hatırlayabilir miyim?
“Yo yok,” diyorum. “Ben gideyim. Benim Sinemalarım dışarıda.”
Gö gözzzlerimde yaşşşlar çı çı çıkıyorummmm ilk fi fi filmime…
Ezilmiş Leylaklar Kitabı,
Doğan Yay. 2003
O kırık gülyağı kokusu hep, aynanın önünde, gece düşlerinde. Düşlerde koku görmek, duymak yani, hayatı hiç bitmeyen bir ses edasıyla sızdırmak içindeki sokaklara. O gülyağı kokusu hep.
Kapının arkasındaki çivide asılı duran başörtüsüne, tülbent de derdi, yemyeşil gözleriyle kalın camlı gözlüklerinin arkasından bakan annem. Oysa başörtüsü tül gibi, bir pencereyi örter gibi, sanki her an bir yerlerden uçup dışarı çıkacak, artık durmaktan çok sıkılmış odalar gibi…
“Se se sessiz bir cindir be be benim babam, gece ya ya yarıları kalkıp namaz kı kı kı kılar. Abdest alırken üst katta ta takunyalarla do do dolaşır. Ko ko korkarım Hamit. Ço çok korkarımmm.”
Oysa Hamit bıyıklı, geceleri çok geç çıkıyor işten, ayna sırlıyor habire. Aynaya sürülen sır gibi gümüşî bir suyun içinden çıkmış sanki elleri. Ellerine değince kanında bir gümüş yalnızlığı. İnceden bir ter kokusu Hamit’in gömleğinde, yaz akşamları geç vakitlerde. Geceleri ta Sultanahmet’e kadar gelen deniz havaları.
Hamit bir yere götürmediği zaman yalnız. Hamit kocaman bir düş. Bıyıkları her sabah dudaklarının ince kıvrımlarına diken diken batan, hiçbir zaman öpemediği dudaklarına. Pencere önlerinde çekirdek içlemeleri, işten gelen kardeşine yemek hazırlamaları, babasının sürdüğü gülyağının baygın kokusu. Sonra yine Hamit, sonra babasının hep boş verip dolu istediği yemek tabakları, ne yaptın bu akşam kızımlar… Sonra dilinin ucunda yıllar,
kelimeler dilinin ucunda,
kekeleyip durduğu,
söyleyemediği…
Yatağın altına saklamıştım kitabı. “Gerek yok be kızım, kitap mitap boş iş,” diyor Hamit. Füruzan diye bir kadın yazmış. Karşı mahalleden Nermin verdi. “Al bak biraz,” dedi. Ona da sevgilisi hediye etmiş. Hep evine gittiği bir sevgilisi var Nermin’in.
“Yatıyoruz biz kızım,” diyor.
“Bi bi birrlikte mi ya yani.”
“Yok ailecek. Allah iyiliğini versin, herhalde birlikte kızım.”
“Hiç bi bişey bilmediğimmm için kı kı kırıyorlar üzüyorlar beni Hamit.”
Görmemişliğimle alay ediyorlar sanki. Ne yapayım, Erzurum değil ki burası. Her şey daha zor burada. Annemi bile öldürdü bu şehir. Babam sessiz bir cin, geceleri kalkıp arasıra yıkanıyor. Bir kadın yok ki yanında. Abdest alıyor. Yağmur yağıyor hep geceleri, babam ıpıslak bir adam.
Beyoğlu’nun ışıklarından bahsediyor kitap. Nermin, bir kez gitmiş Beyoğlu’na. Sevgilisi götürmüş onu.
“Kitapta okudun ya kız valla aynı öyle sinemalar var.”
“Hangi fi filme gi gittiniz. Tü Türkân Şoray mı?”
“Ooo film mi gördü gözümüz kızım, her yer karanlık, bacaklarımı tuttu, okşadı…”
Nermin benim gibi değil, alımlı, güzel. Ruj verdi bana geçen gün. “Al sür,” dedi. Bir de kısa etek. Kısa eteği sakladım. Giyemem. Hamit istemez başka erkeklerin beni o halde görmesini. Babam evde yoktu, kardeşim de arkadaşlarına gitmişti, aynaya sürdüm ruju. Hamit’i çizdim sonra sanki, onun ayna sırlayan kuvvetli ellerini çizdim aynaya. Kitaptaki kız gibi dövmez beni babam. Benimle bir kelime dışında hiç konuşmaz: “Ne yemek var?”
Geçen gün bir kız aradı evi, Tuncay’ı istedi, erkek kardeşimi. Kıskandım. Çocukluğumuzda, pazar günleri beraber kasabadaki çarşıya inerdik Tuncay’la, pastaneye giderdik. Yağmur yağardı. Sıkılırdık. Pastanenin karşı sokağında, tabureleri dışarı serilmiş bir kahve… Bir çavuş vardı. Hep bana bakardı. Çopur yüzlü bir şeydi. “Tek kazık onbaşı, çift kazık çavuş olur,” demişti Tuncay.
Bir tek tulumba tatlısı vardı o pastanede. Keşkülü önermişti bir arkadaşım. Hele tavukgöğsünü çok severmişim yesem. İstanbul’da görmüş. İlkokuldan arkadaşımdı, sonra Almanya’ya gittiler yerleştiler. Babası işçi olacaktı orada. Çok merak ederdim tavukgöğsünü. Çatalımı, karşıdaki çavuş bana baktıkça, tulumbanın sert kıvrımlarında gezdirir, korkudan titreyen ellerimle bir türlü batıramaz, sinirlenirdim.
“Ne kitabı o yavrum?”
“B Benim Sinemalarım Hamit. Fü Füruzan diye bir kadının.”
“Füruzan ne ? Soyadı yok mu bu kadının”
“…”
Pis pis sırıtıyor. “Hem sinemaya hiç gittin mi ki sen kız ?”
“Gi gittim ya bizim oradayken gitmiştim Tuncay’la, ne gü gü gülüyorsun be.”
Elini omzuma atıyor. Eminönü’ne doğru iniyoruz, gün batmak üzere.
“Çççek elini .”
“Tamam tamam sinirlenme. Erzurum’da gittiğin sinemalar buradakilere benzemez yavrum.”
(Bana yavrum diyor, bu hoşuma gidiyor, ama o kadar.)
“A adam olsaydın da alıp bi kere gö gö götür seydin o zaman,” deyip uzaklaşıyorum yanından. Sarılmak isteyen kolu havada kalıyor, susuyoruz.
“Götürmem seni öyle yerlere kızım,” diyor. “Kimin eli kimin cebinde belli değil, yavşak mıyım, godoş muyum ben?”
“Beyoğlu’na yağmur yağarken çok güzel olur,” diyor Nermin. “Eski caddeler var insanı sıcacık saran kürkler, pahalı yüzükler…”
“Ba babamın parmağında bi bi bir yüzük var.”
“Öyle yüzük değil kızım bunlar, babandaki hacı yüzüğü, bunlar başka. Şu dilini de düzeltemedin bir türlü.”
“Ne ne yapayım,” diyorum. “Annem öldükten so so sonra hiiiiç düzellmedi. Ko ko nuşmak istiyorum, ke ke ke….”
Kelimeler düğüm düğüm boğazımda.
Eminönü’nde bir akşam vapur iskelesindeyiz.
“Vapura binelim mi ?” diyor Hamit.
“Olur ama gegeç kakakalmaaayalım.”
“Yok yavrum ben seni bırakırım eve.”
“Sososonra geç olmayacak mı seeenin evine gitmenn ?”
“Yok yok merak etme sen.”
Vapurdayız.
“Be Beyoğlu ne tarafta ka ka kalıyo Hamit.”
“Bak bu taraf Beşiktaş, bu taraf Galata. Galata’nın üstü Beyoğlu. Taktın sen de şu kitap yüzünden Beyoğlu’na…Gel bakayım şöyle yanıma,” diyor.
“Eve ggeç kalacağız.”
“Ne yapalım yavrum. Vapurdayız nasıl olsa. Şimdi geri dönmez ki bu vapur.”
Küçük bir aralıktan deniz görünüyor. Biraz uzağında tuvaletten yayılan ekşi bir koku. Tuvaletin önünden geçerken, aynayı görüyorum. Hamit’i görüyorum. Geniş omuzlarında başım. Bir köşeye götürüyor beni. Ayna aklımda. Birden öpmeye kalkıyor.
“Du dur yapppma ne ne olur. Ççok he heyecanlanıyorum.”
Leylak rüzgârı… Çantam omzumda asılı olduğu yerden bileğime kadar düşüyor.
“Ça çantam düşecek,” diyorum.
“Siktir et çantayı,” diyor. “Seni seviyorum.”
Çantanın fermuarını açık unutmuşum. Kitap iyice açılmış çantadan denize düşüyor.
“Bbeenim Sinemalarımm,” diyorum. “Bi bi dakka ya düştü. Be benim d değildi o kitap.”
“Aman be,” diyor. “İki dakka düzgün konuş.”
Ellerini alıyor benden. Büyük ellerini.
“Bbben Hamit derken hiç kekekekekelemedim ama.”
O sırada önlerinden vapurdaki görevlilerden birisi geçiyor. Toparlanıyorlar. Vapur yanaşıyor…Gecenin kandili söndü.
Evdeyim. Bir tokatla kanepeye savruluyorum, kalkıyorum bir tokat daha vuruyor öbür yanağıma, müteahhit babam.
“Neden geç kaldın,” diyor.
“Bababa bi bi bi işşş…”
“Ne diyorsun be düzgün konuş,” diyor. “Kardeşinin arkadaşları görmüş Eminönü’nde geziyormuşsun. Orospu mu olacaksın ulan?”
Sol kolum mosmor. Hamit’i bir aydır görmedim. Dudaklarım aşk yarası, kelimelerim hep yarımdı. Nermin geldi yine bir akşamüstü.
“Kitabımı bitirdinse geri versene artık,” diyor.
“Yok,” diyorum.
“Bitirmedin mi daha kızım ?”
“Yok bibibitirmeeedim değil, kikitap yookk.”
“Nerede ?”
“Kakayybolduu.”
Bozuluyor biraz.
“Neyse üzülme,” diyor. “Hem sana sevineceğin bir haber vereceğim. Kitap yok ama Beyoğlu’nu göreceksin sonunda.”
“Na nasıl ?” diye fırlıyorum yerimden, ta içimde duyuyorum kolumun acısını.
“Cumartesi beraber gideceğiz. Sonra da bir pastanede buluşacağız benimkiyle. Enişten sayılır. Hem sen de açılırsın biraz, iyi olur.”
“Ço çok sağoll canımm ka ka kardeşim benimmm,” diyorum. Gözlerim doluyor.
Cumartesi sabahı. Heyecanlıyım. Ne giyeceğimi bilemiyorum. Gençlik, o bembeyaz kuş, ne kadar da kanatlı kalbimde. Aynaya bakmıyorum hiç. Küsüm ya. “O da gelecek bir gün,” diyorum içimden. “Benimle evlenecek. Söyleyeceğim ama ona, saklamayacağım hiçbir şeyi. Bir gün Nermin ve eniştemle beraber,” diyeceğim. Eniştem sayılır tabii; yatıp kalkmışlıkları da var. “Beyoğlu’na gittik ama senin götürmen başka tabii,” diyeceğim, üzülür yoksa.
Babamları yolcu ettim. Sonra biraz ruj sürdüm dudağıma. Çok değil ama. O da nasıl bir şey diye merak ettiğimden. Zil çalıyor. Nermin geldi. Giyinmiş, süslenmiş.
“Ço ço çok heeeyecanlıyım,” diyorum. “Si sinemaya da gi gider mi miyiz? Tü Türkân Şoray varrrsa.”
“Belli olmaz,” diyor Nermin. “Pastanede buluşacağız. Annemler tek başıma izin vermiyor artık bana. Seninle gezmeye gidiyoruz sanıyorlar. Bozma olur mu?”
“Be be ben sizi rahatttsız etmiyeyeyimmm o zaman.”
“Yok canım, benimkiyle de tanıştıktan sonra, bir bahane bulup gezmeye gidersin sen, merak ettiğin Beyoğlu’nu görürsün, sonra yine aynı pastanede buluşuruz…”
“Pe peki,” diyorum. Hamit’i özlüyorum. O beni böyle ortada, böyle yalnız bırakmazdı.
İşte Galata Köprüsü. İlk kez geçiyorum sınırı. Kitabımın, dibinde durduğu deniz. İşte Tünel. Benim sinemam bu. İlk filmim hem de. Enişte beyle buluşacağımız pastaneye geliyoruz. Beklemeye başlıyoruz. Erken geldik biraz galiba.
Nermin bir sigara yakıyor. Ben tavukgöğsü söylüyorum kendime. Şaşırıyorum sigara içmesine. O da şaşırmama. Yirmi dakika geçiyor. Duvarda kocaman bir saat var. Gözüm orada. Belki sinemaya gideriz. Beni de götürürler. Ben hiçbir yer bilmiyorum ki Beyoğlu’nda nasıl tek başıma gezerim diye düşünüyorum. Ama bir yandan onlar da sevgili. Yalnız olmak isterler.
“Geldi işte,” diyor. Nermin’in yüzü kapıya dönük, benim yüzüm Nermin’e. Telaşlanıyorum, elim ayağıma dolanıyor. Ya doğru dürüst konuşamazsam tanışırken, ya kekelersem. “Merhaba hanımlar,” diyor. Dönüyorum sese doğru…
Elimi uzatıyorum, bıyıklarını görünce vazgeçiyorum sıkmaktan. Gözgöze geldiğimiz an… Bildik bıyıklar bunlar. Üzerinde çıktığı ince dudaklara batan.
Elleri öyle büyük, tanıdık, öyle yalan bir dünyadayız.
“Be bebe nim biraz işim va va vardı.”
“Nereye canım,” diyor Nermin. “Kalsaydın bizimle.” Yanında beline sarılmış, hiçbir şey olmamış gibi duran Hamit’e dönüyor: “Değil mi sevgilim?” diyor.
Ağzında ne kadar kötü duran bir kelime “sevgilim”, ne sakil…Ama o, kekelemeden söylüyor işte .
“Evet kalsaydınız hanımefendi,” diyor öteki. “Sinemaya giderdik.” Zorluyor ikisi de kendini. Çok belli bu. Sol kolum sızlıyor, içimde bir kanama. Ah bir gidiş yolunu hatırlayabilsem. Hatırlayabilir miyim?
“Yo yok,” diyorum. “Ben gideyim. Benim Sinemalarım dışarıda.”
Gö gözzzlerimde yaşşşlar çı çı çıkıyorummmm ilk fi fi filmime…
Ezilmiş Leylaklar Kitabı,
Doğan Yay. 2003
1 yorum:
Beyoğlu gözümn önünde canlandıve kırık bir aşk öyküsü yüreğimi sızlattı.Başarınızı kutlarım.
Yorum Gönder