29.05.2007

Ferit Sürmeli




K İ M L İ K S İ Z

Bekliyoruz...
Dakikalar geçmek bilmiyor sanki. Bir masadaki adama, bir de babama bakıyorum. Sessizce hayalini kuruyorum okulun, okumanın… “ Çocuğun kimliği, ” diyor kısık bir sesle masadaki adam. Usulca, elini ceketinin iç cebine, ardından diğer ceplerine uzatıyor babam. Kimliği bulamıyor… Kimliksiz, havada asılı kalan boş eline bakarak, mahcup bir ses tonuyla kimliği evde unuttuğunu söylüyor. Kimlik… Kimlik kartı olmadan, kaydın yapılamayacağını dakikalarca anlatıyor masadaki adam. Kayıt işlemleri yarına kalıyor.
Okuldan ayrılıyor, usul usul yürüyoruz. Güneş tepemizde. Çarşıya ulaşıyoruz. Oturduğumuz mahalle, okul ve çarşı birbirlerine çok yakın mesafede. Caddenin karşı tarafına geçiyoruz. Babam, bir sigara yakıyor. Bir iki nefes çekip, “ üzülme babacım, bugün seninle baba-oğul gezeceğiz, ” diyor başımı, yüzümü şefkatle okşayarak. Sessiz, oldukça da sıcak bir gün. Nereye gittiğimizi bilmiyorum. Yürüyoruz yalnızca.
“ Önce yemek, ” diyor babam. Hayatımda ilk kez, anamın pişirdiği yemeklerden farklı bir yemek yiyecektim. Lokanta yemeği… İştah açan yemek kokuları karşılıyor bizi lokantanın kapısında. Yemeğimizi yiyoruz. Sonra da geziniyoruz daracık sokaklarında Antakya’nın. Kaldırıma çıkıyoruz. Usulcana, dizim dizim akan parke taşlarını sayıyorum. Bir, üç, beş diye. Adımlarımızın uzunluğuna göre değişiyor bu sayma işlemi. Birkaç adımda bir saymadan vazgeçiyor sonra da tekrar sayıyorum. Kaldırım bitene kadar sayacağım parke taşlarını. Derken, okulun önünden acı bir fren sesi yükseliyor. Bir koşuşturma başlıyor. Biz de koşuyoruz. Duruyoruz sonra.

“ N’olacak bu yolun hali böyle, ” diyor babam. Ardından, elimden tutup gerisin geri dönüyoruz. Tekrar kaldırımdayız. Tekrar sayıyorum parke taşlarını. Tekrar vazgeçiyor; tekrar sayıyorum. Tekrar vazgeçiyor; tekrar sayıyorum. Tekrarı bitmeyen bir ambulans sesi yaklaşıyor… Kaldırımın bitiminde, eski Fransız mimarisiyle inşa edilmiş kocaman taş bina ve alınlığına asılmış afişler.
“ Aha sinema bu, ” diyor babam. Biletleri alıp içeri giriyoruz. Işıklar sönüyor. İlkin atlılar üstümüze üstümüze gelir gibi oluyor. Sonra da heyecanla izliyoruz sinemada filmi. Bir uzun havayla ışıklar yanıyor. “ Huma kuşu yükseklerden seslenir… ” Sinemadan çıkıyor, hızlı adımlarla yürüyoruz. Belediye binasının önünden, mahallemizin sokağına kadar uzanan kaldırıma çıkıyoruz. Ağır ağır koyulaşan alacakaranlıkta zar zor seçiliyor parke taşları. Yanı başımızdan geçiyor sanki kocaman taş binalar ve daracık sokak araları. Babamın eline tutunmuş döne döne yürüyoruz sokağı. Sessizlik fısıltıya; fısıltı da sessizliğe dönüşüyor durmadan. Derken, avlumuzda toplanan bir kalabalık. Ne olduğunu bilemediğimiz fısıldaşan bir kalabalık bu. Bakışlar anlatıyor bir şeyler elbet, hem de iyi olmayan bir şeyler…
Gözlerin gözlere sessizce bakışı, mahalle muhtarının, kalabalıktan sıyrılıp yanımıza geldiği ana kadar sürüyor. Ardından, yumuşak ve kısık bir sesle, “ başınız sağ olsun, ” diyor ve elindeki kimlik kartını uzatarak babama veriyor. “ Çocuğunuzun kimliği, kaza anında bile merhumenin elindeydi! “
Bekliyoruz…

Hiç yorum yok: