13.12.2007

Kerim Dönmez

1957 yılında Antakya'da doğdu. 1969'da Düziçi İlköğretmen Okuluna yatılı öğrenci olarak girdi.1976 yılında öğretmenliğe başladı. Muş, Bursa ve Hatay'ın çeşitli köylerinde ve okullarında görev yaptı. 1985'te Uludağ Üniv. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümünü bitirdi.Çeşitli yerel gazetelerde ve dergilerde yazıları yayımlandı. 2000 yılında bir grup arkadaşıyla AMİK Dergisini çıkardı ve yayın kurulunda bulundu. Dergide üç yıl kadar Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yaptı. Öykü, inceleme,deneme yazmayı sürdürüyor.





TELEFON
Gecenin dinginliğinde kitaplara vermişti kendini.Kitaplar, onun için bir dinlence olduğu kadar kaçıştı da.Sabahattin Ali’nin Kanal adlı öyküsünü okuyordu.Öykünün giriş bölümündeki betimleme çok hoşuna gitti.Bir daha bir daha okudu.

“Çumra kanalının suları Beyşehir Gölünde su rengindedir ;Konya Ovasında kan renginde...

Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz;ben ,Dedemköylü Mehmet’le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.

Konya Ovasının ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır...Siz bunun, rüzgarın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu söyleyeceksiniz ; ben, Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet’in benzinin sarılığından diyeceğim.”

Telefonun zili uzun uzun çaldığında duymazdan geldi.Telefon, çalmayı inatla sürdürünce çevresine bakındı ; eşinin odada olmadığını, yatmaya gittiğini anımsadı. Umarsız,istemeye istemeye, öyküdeki betimleme aklında ,telefona gitti. Arayan , o solgun kasabadan eski bir dosttu.

“Başın sağ olsun! Onu yitirdik.” dedi eski dost.

***

Solgun bir kasabanın yitikliğinde tanımıştı onu. Yıllardan ‘ eylül’ dü ya da yıllar ‘eylül’ün on ikisiydi.Bir saatin bitmez tükenmez tik taklarında, donuk ve bungun bir yalnızlıkta işsiz, açıkta, dayanaksız boğulurken tanımıştı onu. Solgun ve devinimsiz o kasabada “Ne olur ne olmaz? “ insanlarının selam bile vermekten kaçındığı ayrık otuydu. O , hemen yaklaşmıştı yanına; elini, yüreğini, dostluğunu uzatmıştı çekinmesiz, korkusuz....Ne yapmıştı,nereden bulmuştu,bilinmez;bir römork kömür yollamıştı evine.”Eylül’ün soğuğunda titrerken tanımıştı onu.Yüreğinde ateş olmuştu dostlukları eylülün yakıcı,bitirici soğuğuna inat.

Şimdi telefondaki bir dosttan gelen iki sözcüktü yalnızca.”Başın sağ olsun!”Başınız sağ olsundu...her şey sağ olsundu...ağaçlar,kuşlar,böcekler,sevdikleri,sevmedikleri...herkes sağ olsundu...(n’olur o da sağ olsaydı...)

Oysa biliyordu son’un böyle olacağını.Dostunun hastalığını birlikte öğrenmişlerdi.Ameliyat öncesi takılmıştı ona ‘’Hadi kokareç yiyeceğiz.’’demişti.O uğursuz hastalıktan bile eğlence üretmişlerdi birlikte.Ameliyat sonrası,doktorun buz gibi bir sesle,’’Karaciğerine de sıçramış,pek fazla bir şey yapmamız olanaksızdı.’’deyişini anlamak istememişti bir türlü.Sonra hızla eriyişini görmüştü dostunun.Yine de menekşelerin kokusunu yitireceğine,dostluk senfonisinin susacağına,solgun ve devinimsiz o kasabayı ısıtan ateşin söneceğine inanamamış;tanık da olmak istememişti.Atanmasını isteme kararı almıştı böylece.

***

Solgun ve devinimsiz o kasabadan arayan eski dost sessizliği böldü,’’Hüzünlendin mi dostum?’’ Yanıt veremedi.Boğazındaki düğümler çözülmüyordu bir türlü.Telefonu kapatıp okuduğu kitabı eline alınca Sabahattin Ali’nin öyküsünü bir kez daha açtı.Epriyen gecede ışığın titrek vuruşlarıyla aydınlanan öykü yapraklarına,kırılgan bir yelkovanın tik taklarında yaşayan dostunun sureti düştü.Kukumav kuşlarının yürek kanırtan çığlıkları böldü geceyi.

Yüreğine çöken;eskil,ıssız bir kentin bildik,tanıdık hüznüydü.

Hiç yorum yok: