İsmail Özdemir - Onur Aslan
Modern kadın şairler, deyince farklı yüzyıllarda yaşamış, kadının toplumsal tarihi açısından iki farklı aşamanın temsilcisi iki ad geliyor akla: Emily Dickinson ve Sylvia Plath.Emily Dickinson 19.yy’da henüz evin dışına çıkıp toplumun yaşamına etkin bir biçimde katılamayan kadının şiir alanındaki en parlak temsili bilinciydi. Doğduğu kentle hatta eviyle sınırlanmış kısıtlı bir deneyimin keskinleştirdiği bir duyarlılıkla küçük şeylerin, tanımlanmamış içe dönük yaşantıların şiirini yazdı ve bir kaçı dışında bu şiirleri yayımlamadığı gibi, yakılmak üzere paketlemişti.Neredeyse yüzyıl sonra doğan Sylvia Plath ise daha başından kendini ortaya koymaya çalışan parlak bir yetenekti. Yaşamı erkeklerin rekabet dünyasında kendini, kendi şiirini erkeklere kabul ettirme çabasının trajik bir tarihiydi. Şiirlerine yansıyan ‘baba’ ve ‘koca’ figürleriyle hesaplaşmasını ancak intihar ederek bitirebildi de denebilir. Kamusal alanda var olmaya çalışan kadının şiirdeki temsilcisi olarak görülebilir o da...
Sizin bu iki eğilim karşısındaki konumunuz nedir bir kadın ve kadın şair olarak?
Sizin bu iki eğilim karşısındaki konumunuz nedir bir kadın ve kadın şair olarak?
Betül T.: Doğaldır ki kadınlar, yüzyıllardır kendileri ile hesaplaşma içindeler. Bir anlamda, geride bırakılmışlıklarının yarattığı kaosu aşma çabası içinde oldukları söylenebilir. Fakat bu, oldukça zorlu bir uğraş. Çünkü her daim karşılarında, ya bir erkeği ya da kendi cinslerinden birini bulabiliyorlar. Fakat sonuçsuzmuş gibi görünse de aşılmış pek çok yolun var olduğu söylenebilir. Kadınların yarattığı hırçınlıklar, erkeklerin yarattığı karmaşa ortamı bir yana, uzunca bir süredir şair kadınlar tarafından şiir yazılıyor. İlk başlarda adlarını gizlemek zorunda kalsalar bile artık böyle bir durum söz konusu değil. Fakat yine de erkek şairler kadar cesur değiller. Gerçi erkek şairlerin de ne kadarı cesur? Bu da bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Bir kaçı dışında kendi aşk ya da vücutlarına ilişkin dizelere rastlanmıyor pek çok şiirde. Oysaki bunlar çok insani şeyler. Korkulacak, sakınılacak bir şey yok. Böyle olunca da şiir sahici olmaktan uzak duruyor. Bir Sylvia Plath ya da Emily Dickinson örneklerine baktığımızda, kadının içinde bulunduğu durumu anlamamak mümkün değil. Tam da bu noktadan kendime dönüp baktığımda, tabii ki ben de, şiire ilk başladığım yıllarda kendimi bir rekabet ortamı içinde buldum. Fakat benim merkezden uzak olmam, bana pek çok anlamda fayda sağladı. Bir kere çekişmeler içerisinde yer almadım. Ne kadınların yarattığı ne de erkeklerin yarattığı o ortamlardan uzak durdum. Rekabet sadece kendimle olan bir rekabetti. Kendimi, iyi şiir yazıyor olarak görmek istememden kaynaklanan tatlı bir rekabetti bu daha çok. Hayatımı ise, Emily Dickinson gibi sadece ev ile sınırlamamıştım. Evin dışında da bir hayatın var olduğu, zaten bilincimin bir kenarında hep asılı olarak duruyordu. Evlendikten sonra hayatımda çok şey değişmedi. Pek şairin, şiir yazarken hayatı kaçırıyoruz demesine karşılık, ben şiirimi hayatın içinde kalarak kurdum. Zaten bu da şiirlerime yansıdı. Evler, kadınlar, çocuklar, sokak araları, mahalleler, satıcılar ve hayata dair her şey… Fakat çoğunluk belki de kadın olduğumdan, kadın sorunu üzerine epey kafa yordum. Bu anlamda bakıldığında konuya ilişkin epey yazı yazdığım söylenebilir. Kadın ve erkeğin yalnızlığı üzerine kurulu bir dünyada mutsuzluğun olduğundan söz ettim çoğunluk. Kimi kez “evin efendisiydi annem yalnız Pazar günlerinin bildiği” gibisinden bir dize yazarken kimi kez de “benim kısa etek görmüş bacaklarım var/ sevgilimin eli almış yürümüş/ al beni de yanına ay” gibi cesurca dizeler de yazdım. Ya da “bir şarkı dinledik bir şarkı daha/ şunun sesi iyi çıkmıyor şunun şeysi açık/ küfrettik bir güzel şeylere dair/ rahatlamışız/ ahlakımızdan bir şey eksilmedi/ ama eksilmesin/ kimse bir cümleden olma değil” derken bir kadın dayanışmasından, paylaşımdan söz ettim. Bazen de, evlerin acı veren tarafı konuk oldu bazı dizelerime. “sonra temmuz bitti/ ev dağılmış evde temmuz bitti/ yoksulluk gerekmiyordu/ değil ölüm/ ev evde bitti” Çünkü evler mutsuzluk veren bir şey olarak vardı. Bilinçsizce yapılan evliliklerin, beraberliklerin sonucunda, doğaldır ki mutsuzluk da beraberinde geliyordu ve insanlar, alışkanlıklarından dolayı kendi elleri ile yarattıkları mutsuzluklarından bir türlü kurtulamıyorlardı. Alışkanlık ise boyunlarına dolanmış büyük bir kementti. Cesaretse kapıdan içeri gireceği günü hâlâ bekliyor. Fakat yine de, edebiyat dünyasına baktığımızda şiirin kadınlarının, erkekler dünyasına kendilerini kabul ettirme çabası içerisinde oldukları söylenebilir. Onlardan onay almak önemli bir durumdur sanki. Ya da yaşını başını almış bir erkek şair, falan bir şair bayanın şiirini dergiye ben önerdim gibisinden bir söz söyler böbürlenerek. Çünkü her şey onların tekeli altındadır. Öneren onlar olmalıdır ne de olsa.
Şiir yazan kadınlar için bu ikisinin dışında üçüncü ve baskın bir şiir anlayışının oluştuğunu, yaygınlaştığını düşünüyor musunuz, etkin ve kendini kabul ettirmeye çalışmanın ötesine geçen bir üçüncü aşama?
Betül T.: Tabi ki bunu düşünüyorum… Örneğin bir Nilay Özer, kalıplarını yıkmış farklı bir şiirin izini sürüyor şimdilerde. Kendisine yıllık ve antolojilerde pek rastlamasak da Fatma Nur bence önemli bir isim. Nur Saka, Çiğdem Sezer, Zeynep Uzunbay, Aslı Serin, Eren Aysan, Emel İrtem, Emel Güz, Hayriye Ünal, Betül Dünder,… Bu isimler farklı bir şiirin izini sürdüklerinden kendilerinden sonra geleceklere de bir anlamda ışık tutuyorlar. Bir anlamda etkilemeye açık yazdıkları şiir.
Kadınların yazdığı şiir ister kadına ister başka şeylere dair olsun, eninde sonunda kadınlık durumundan kaynaklanan bir bilincin bakışıyla yazılmayacak mıdır? Erkek şairlerin binlerce yıllık bir geleneğin ağırlığıyla ‘erkekçi’ bir bakış açısından isteseler bile kurtulamadıkları düşünülürse kadın şairin kendindeki ‘farklı’ bilinci bilemesi, geliştirmesi bir sorumluluk gereği değil midir aynı zamanda?
Betül T.: Doğrudur, erkek şairlerin bile egemen söylemin etkisinden kurtulamadığı bu coğrafyada, başta Nazım Hikmet olmak üzere, pek çok erkek şair tarafından egemen bakış açısıyla şiirler yazıldı. Ne ki, kimi şair kadınlarda bu söylemin etkisinden kendilerini kurtaramadılar. Lale Müldür’ün “acemden gelme ipekleriyle/ övünen bir eksik etek, bir yarım akıl” dizeleri bu anlamda düşündürücüdür. Tabi, buna başka şair kadınlar da eklemlenebilir. Fakat her şeye rağmen kadınlar uzunca zamandır, kadınlık durumlarından kaynaklanan bir bakış açısıyla şiirlerini yazıyorlar. Bu anlamda bakıldığında, Gülten Akın’ın, ‘gençömrü aşmak, bir dağı aşmak/ sırtta çocuklar/ sonrada genç sanmaları kendilerini/ ol sebeptendir/ saati sormadan korkuları vardır/ yitirmek tek yılgı/ sevdikleri sevmedikler de olmuşsa zamanla/ şakırlar sevdiklerini de/ ötekini nevroza dönüştürüp saklarlar’ dizeleri farklı bir bilinci bilemesi anlamında önemlidir. Ya da Zeynep Köylü’nün ‘uzlaştığım ve uzaklaştığım şehirler/ gömer tanrısını hiçliğin sularına/ su da yanar ellerim/ aykırı geldim anne’ dizeleri önemsenmelidir. Hatta buna Eren Aysan’ın şu çarpıcı dizeleri de eklemlenebilir: ‘prag baharı, 6.filo ve idam mangaları/ hiçbirini yaşamadım ama/ içtiğim birayı damla damla dolduruyor/ giydiğim naylon çoraplar/ her sevişmede biraz daha kaçıyor/ uzakta dalgın bir ateş böceği/ onları unutup çekip gitmek istiyor’ sanırım ki Gülten Akın ile başlayan sorumluluk genç şairler tarafından da yerine getirilmiş, farklı bir bilinç açısıyla yazılan bu şiirler, “aptal sarışın” ya da kadından şair olmaz imajını yıkmada yardımcı olmuştur.
Son kitabınız Kar Merdiveni’ndeki ‘anlatıcı’ ve ‘özne’ daha dışa dönük, daha dışarıda; hem evden dışarıda hem kendinden dışarıda; tabii ki ‘içeriyi’ de dışarı çıkarmış... Siz de bunu bir gelişme, bir tür aşama olarak görüyor musunuz? Zaten daha kitabın başında: ‘atları ovaya saldım’ demişsiniz ve birkaç sayfa sonra eklemişsiniz: ‘kadınlar ağızlarına susturucu takılmış / uzun bacaklı atlardı yalnızlığa koşan’
Betül T.: Şöyle ki, aslında ben, baştan beri dışarıda olmanın şiirini yazdım. Daha doğrusu sokakların, mahalle aralarının, kadınların, erkeklerin, üşütülmüş bir coğrafyanın… Bu nedenle pek çok şiirim, elimde fotoğraf makinesi, sanki sokaklar arasında geziniyormuşum görünümü verir. Son kitabım, Kar Merdiveni için de aynı durum söz konusudur. Belki de bu kitapta, ülkenin doğusu ile daha çok ilgilendim. Bunu daha belirgin kıldım. Ama kadın sorunu, zaten en baştan beri vardı. Kar Merdiveni’nde ise acıyı yaşayan kadın, kendini daha çok dışarıya çıkarmıştı. Öldürülen oğlu için ağıt yakıyordu ama bir ayağı hep dışarıdaydı. İki kişilik yatakta kan kaybı vardı ama kadın umutsuz değildi. Camdan baktığı kendi, konuştuğu yine kendinden biriydi. Yani yine bir kadındı o da. Fakat yine de aşkın babadan ibaret olmadığını biliyordu. Bununla birlikte kadının görselliği konusu da farklı bir şeyi işaret ediyordu. Kadının erkek tarafından yaratılmış görsel imgesi sinemada da karşımıza çıkıyor, egemen yarattığı kadın tiplemesini izleyiciye tüm olağanlığıyla sunuyordu. Erkek tarafından kimliklendirilmiş kadın, her alanda olduğu gibi bu alanda da kimliğini yitirmişti. Bu şiirde de böyle oldu. Çoğunluk erkek tarafından şiiri biçimlendirilmiş şair kadın, sonunda kendi şiirini buldu. Bu anlamda bakıldığında, özellikle doksanlı yıllardan itibaren yaşanan kırılma, şimdilerde şair kadınlar için olumlu gözüküyor.
Ayrıca konuştuğunuz tanrı neden bıyıklı?
Betül T.: İlk çağ medeniyetlerine dönüp baktığımızda, kadının çok önemli bir yerde olduğunu gözlemliyoruz. Bu daha çok da, onun doğurganlık özelliğini taşımasından kaynaklanıyor. Hititlerde ya da eski Türk devletlerinde kadın, devlet yönetimine katılırken, yine de erkek son sözü söyleyen oluyor. Erkeğin olmadığı zamanlarda kadın devlet yönetimine katılabiliyor. Fakat yine de o dönemler baz olarak alındığında tanrılar bile çoğunluk kadın. Örneğin bereket tanrısının kadın olduğuna tanık oluyoruz. Fakat daha sonra bir takım şeyler değişime uğruyor. Özellikle yerleşik hayata geçilmesi ile birlikte gerçekleşen rol paylaşımı kadının hayatını, ev içi ile sınırlı tutuyor. Hatta öyle ki, “Allah baba” gibi söylemler gelişebiliyor halk arasında. Tabi bu ne kadar doğru ya da ne kadar kabul görür bir şey? Tartışmaya açık bir konu. Ama pek çok şeyi işaret etmesi bakımından önemli gözüküyor. Ki tanrı burada iktidarı işaret ediyor. İktidar olan yalnızdır. Tanrı’da öyle. Kendini görünmez ve güçlü kılar. Ki burada babanın evde olmadığı zamanlarda bile annelerin “baban gelince seni babana söyleyeceğim” ifadesi oldukça çarpıcıdır. Özellikle evde olmayan, ama varlığından korkulan baba ile tanrı özdeşleştirilmiştir.
Geleneksel anlatılarda kahraman her zaman erkektir, kendini kanıtlamak üzere çıktığı yolculuklardan düşmanlarını alt etmiş, olgunlaşmış ve bir ödülle ya da ödüle hak kazanmış olarak döner. Yolculuk ötekini tanımak, kendini ötekinde tanımlamak bakımından edebiyatın vazgeçilmez temasıdır. Göç de bunun bir türevi ve aynı bağlamda değerlendirebiliriz onu. Belki gerçek hayatınızdaki yolculuk ve ‘göç’leriniz bu son kitabınızın ufkunu açarak hem sizi, bir kadın ve bir şair olarak (gezgin kadın şairlere ihtiyacımız var), hem de bizi, okur olarak ödüllendiren? ‘…/rüyanda bir kasabaya düşmüş yolun’ der şair (edebiyat öğretmenlerinin efsanevi lakırdısı) ve ‘ezik bir coğrafyada’, yırtılmış haritada kimliği(ni) arar of’ta, niksar’da, hasankeyf’te, mazgirt’te… Hatta gobi çölünde ve vietnam’da; hüzünlerin, acıların, umutların, zengin bir tarihin ve yaralı insanların arasında… En güzellerinden biri de halka ve kişiye dair sorunların ‘ırak sınırında kılıçlarını çekmiş iki savaşçı’ya teyellenmesi. Şairimizin hüzünlü rüyasındaki yolculuğunun süreceğini umabilir miyiz?
Betül T.: Elbette bu kitabımda, özellikle göç teması daha çok ön plana çıktı. Ama diğer kitaplarımda da bunun işaretleri yok değildi. Bu anlamda Kar Merdivenleri’nde yoğun bir tırmanış söz konusu. Yaşantımın beni besleyen taraflarından biri de çocukluğumdan bu yana, babamın mesleği nedeniyle bir kentten öbür kente gitmeler oldu. Bunu daha sonra kendi mesleğim ya da yaptığım yolculuklar izledi. Göç bir anlamda, insanın kendini tanımasında neredeyse bir aracı. Her kent bir başka bakış açısı kazandırırken, bir anlamda ötekinde kendini tanımak anlamına da geliyor. Bu aşk, bir erkek ya da bir başka şey de olabiliyor. Sanırım ki bundan sonraki hüzün, mutluluğa sarmalanmış bir hüzün olacak. İnsan kendi içinde mutlu olsa bile, bu coğrafyada yaşananlar sadece beni değil ötekileri de olumsuz yönde etkileyecek.
Şiirinizin anlatıcısı evden dışarıya çıkıp sınırlarla, kaçakçılarla, jandarmayla, tüfekle, yoksullukla ve ölüm gibi hayatın ev uzantılarına ait ‘sıcaklığına’ benzemeyen sert ve soğuk gerçekliğiyle karşılaşır. Bu dışa açılmanın ve göçebeliğin başlangıcı ‘aşk babadan ibaret değil’, ‘büyü bozuldu ne umuyorsun/ bir söz yığını annen’ sözlerinde anlatım bulan bir tür aydınlanmanın ardından gelir gibi. Bu arada ‘bir söz yığını annen’ dizesi feminist tezine de bir gönderme gibi duruyor. Yanılıyor muyuz?
Betül T.: Aslında şiir anlatıcısı ben uzun zamandır dışarıda. Şiirini dışarıya çıkarmış, sokak sokak gezdiriyor. Fakat eve, hayat ya da insana ilişkin şeylerden hiç de uzak değil. Çünkü şiirin buna ihtiyacı var. Şairin de. Babaya aşkla başlayan göç, babanın terk edilmesi ile bitiyor. Bu da başka göçleri beraberinde getiriyor. Tabi ki kadınlık halleri de bir başka göçün sonucunda ortaya çıkmış bir şey. Buna feministçe yaklaşım değil de, kadının kendine sahip çıkması anlamında bir yaklaşım diyelim. Şiirin nasıl sokağa çıkmaya gereksinimi varsa, kadının da kendinden çıkmaya ihtiyacı var. Onun ruhu bunu istiyor.
Söyleşi için teşekkür ederiz.
Betül T.: Ben teşekkür ederim.
Betül Tarıman, Kar Merdiveni, YKY 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder