2.09.2009

BİR SALLANAN KOLTUK - Ruşen Ergün

(…)
varoşların çoluk çocuk
akşam pikniğe çıktığı
bir şeydi yazlık sinema
(…)
Nevzat Çelik
Pencereden süzülerek tül perdeyi aşıp öğle soframıza dek uzanan cılız sese kulak kabartıyorum. Uzaklardan dalga dalga yayıldığı için sözcükler net olarak seçilemiyor henüz. Ama sesin kime ait olduğunu iyi biliyorum; bir haftayı daha devirmişiz ve birazdan, bu akşam beyaz perdeden bizlere kimlerin göz kırpacağını muştulayacak bu ses. Yaklaşsın diye heyecanla bekliyorum. Sofradaki kaşıklar hazırola çoktan geçmiş. Git gide yaklaşıyor. Odada soluk alışverişlerimizin dışında çıt yok. Yaklaşıyor… yaklaşıyor… yaklaşıyor…Ve sonunda, beklenen sözcükler teker teker düşüyor;
“DİKKAT DİKKAT! MEHTAP SİNEMASI İFTİHARLA SUNAR.” Babamın yüzüne bakıyorum, babam da tıpkı benim gibi sese odaklanmış, dikkatle dinliyor. O cesaretle sofradan fırlıyorum ayağa, doğruca pencerenin parmaklıklarına koşuyorum. Başımı aralıktan çıkarabildiğim kadar çıkarıp sesin geliş yönünü gözlüyorum. Neyse ki çok sürmeden pikabın ucu görünüyor.
“BU AKŞAM SİNEMAMIZDA İKİ FİLM BİRDEN.” Sesin sahibi azcık soluklanıp boğazını temizledikten sonra devam ediyor.
“BAŞROLLERDE AYHAN IŞIK, BELGİN DORUK” Biraz daha soluklanıyor, sonra filmin ismini harflerin üstüne basa basa anons ediyor.
“KÜÇÜK HANIMIN ŞOFÖRÜ” Soluk alışındaki derinlik megafondan duyuluyor. Biraz duraksadıktan sonra daha güçlü bir sesle “DİKKAT DİKKAT! İKİ FİLM BİRDEN” diyor, yine susuyor.
İlk filmin ne olacağına dair merakımız gitse de ikinci filmin anonsunu da aynı sessizlikle bekliyoruz. Derken sesin sahibi anonsuna kaldığı yerden devam ediyor.
“BAŞROLDE DÜNYACA ÜNLÜ KUNG FU USTASI BRUCE LEE!” Yine birazcık daha duraksadıktan sonra bu filmin de adını anons ediyor.
“ÖLÜM KULESİ BU AKŞAM SİNEMAMIZDA” Bu anonsla beraber odanın sessizliği birden bire bozuluyor. “Yaşasın brucelleee!” diye bağırıyor erkek kardeşlerim.
“İyi ki iki film birden” diyor annem, “Ayhan Işık’la Belgin Doruk da bizim olsun!”
Babamın yüzüne bakıyorum. Babamın gözleri yıldız saçıyor.
“Hazırlığını yap hanım, bu akşam sinemadayız.”
“Yaşasınnnnn!” diye bağırıyoruz hep bir ağızdan. Ablam da bizim gibi çocuk oluyor, bütün kardeşler hep beraber el çırpıyoruz. Birazdan Sevim abla arka bahçemizin duvarından anneme seslenecek.
“Huuu komşum! Bu akşam sinemaya gidiyorsun değil mi?”
“Kısmetse evet” dedikten sonra “ya sen?” diye soracak annem.
-Bu gün Sevim ablanın kocası evdedir, yeni filmi kaçırırlar mı hiç.-
“Kambersiz düğün, bensiz de sinema olur mu a, diyecektir” Sevim abla.
Olur da gitmeyiverirse, yarın olunca, “kocam beni sinemaya götürdü, beyaz gazoz içirdi” diye komşu kadınlara kim hava atar sonra!
Sevim ablanın kocası haftada üç gün gelir evine, üçünde de akşamları ya sinemaya ya da çay bahçelerine götürür karısını, ertesi sabah kapı önünü süpürürken diğer komşu kadınlarla lafa tutuşur Sevim abla, “kocam akşam beni falanca yere götürdü, çaçaçola içirdi, çukulatalı dondurma, fıstıklı baklava yedirdi” diye ne yedi ne içtiyse, kimi gördü kimle konuştuysa ballandıra ballandıra anlatır. Mahallenin kadınlarına diyeceğini dedikten sonra evine gider, o gidince de ardında kalan kalabalıktan fısır fısır sesler yükselir.
“Sana bunları yedirip içiriyorsa, öbürüne neler alıyordur kimbilir” der kızgınlıkla kadınlar, “bilsen, ah bir bilsen!...”
“Abooov” der Fadik abla, “kocam beni sinemalara neyin götürmese de olur, yeter ki yastığı yastığımla bir olsun!”
Fadik abla, Sitti teyzelerin bir göz odasında kiraya oturan yeni gelin. Kocası bir oto tamircisi yanında kalfa. Üstü başı kir-pas içindedir her daim. Akşamları elini yüzünü yıkayınca azcık adama benzermiş, Fadik abla öyle diyor. Doğru da diyor, adamı ne zaman görsem kapkara. Bir pazarı var aklanıp paklandığı. Her gün kapı önünden öteye gitmeyip evinde pinekleyen Fadik abla, Pazar günü de kocasının öğle uykusu için bekler evinde. Ses olur da kocası uyanır diye çıtını da çıkaramaz bir göz odada. Tığını ipliğe dolar, bir batırır bir çıkarır. Konu komşuya parasıyla dantel örer.
Ömründe hiç sinemaya gitmemiş Fadik abla. Annemle konuşurken duydum. Kocan izin verirse gel bizimle Fadik, dedi annem. Sağol abla, sinemaya gitmemi istese kendi götürür, dedi.
Akşama sinemaya gidilecek. Minderler hazır edilmeli. Yapraklar sarılmalı. Kekler, börekler fırına sürülmeli. Koca bir kese kağıdı ay çekirdeği unutulmamalı. Şimdi temmuzun sıcağı ortalığı kasıp kavursa da geç vakit hava serin olur, çoluk çocuğun üstüne alınacak hırkalar dolaplardan çıkarılmalı.
“Huuuu komşuuuu! Küçük Hanım Belgin Doruk bu akşam sinemada, gidiyor musun a?”“Gideriz zağar, kocam gelmedi daha bi şey diyemem”
“He bacım he, bizimki olur dedi, ben de gidiyorum!”
“Nasipse gideriz dedi, nasipse gideceğiz inşallah”
“Akşam ola hayr’ola, bizimkinin sağı solu belli olmaz. Olur dedi de, ne bileyim bacım, olmaz olmaz!”
Mahallenin kadınları kapılardan pencerelerden başlarını çıkarıp havadisleri alıyor, sonra kaldıkları yerden işlerine devam ediyorlar. Eller bulaşık leğenlerine girip çıkıyor, aygazlar, tezgahlar ovuluyor, biberler kızartılıyor, soğanlar doğranıyor, patatesler soyuluyor. Bebeler sallanıyor beşiklerde, kaynanaların sırtları ovuluyor. Çaylar demleniyor evdeki kocalara, kahveler pişiriliyor. Almancı akrabaların yadigar teyplerinden acıklı türküler dökülüyor sokaklara. Zart zurt ediyor kocalar, koşturuyor ev halkı. Aman daha çok kızmasın! Akşama sinemaya gidilecek. -Kocaların tepesi atıp da vazgeçmezlerse, inşallah!-
Fadik abla kafasına koyuyor, şeytanın bacağı bu akşam kırılsın artık.
Bütün çocuklar toplanmış kendimizi sokağın gölgeliklerinde var etmeye çalışıyoruz. Tıpkı, annelerimizin, kocalarının kendilerine ne çok vakit ayırdıklarını göstererek diğer kadınlar arasında yer bulmaya çalıştıkları gibi.
“Babam, bizi bu akşam sinemaya götürecek, yaaa!” diyoruz.
“Benim babam da götürecek bizi” diyor kimimiz.
Bir kenarda dinleyip çıtını çıkarmayanlar oluyor. Birazdan evlerine koşuyorlar.“Anne! Babama söyle de bu akşam biz de sinemaya gidelim”
Allahümme ya medut, bu akşam kocamın ağzını bağla, dilini tut, diye dualar okuyor anneler. Allah vere de götüre, çocuk kısmı yoktan anlar mı, olmaz deyince başlar zırlamaya. Erkek kısmının tepesi atarsa sonra, gör sen asıl sinemayı. Hiç yoktan tatsızlık… Allah vere de götüre.Babasından ümidini kesen çocuklar isyan bayraklarını açıyor, büyüdüklerinde babalarına inat her akşam sinemaya gidecekler. Ben de büyüyünce zart zurt etmeyen, eşitlikten yana bir koca bulacağım. Bu hafta sonu sinemaya gidelim deyince birimiz, öbürümüz peki diyecek. Mutfağa birlikte gireceğiz, ben bulaşıkları köpürteceğim o durulayacak, ben sofrayı kuracağım o toplayacak. Vakit geliyor. Kapılar açılıp örtülüyor bir bir. Yüzleri güleç kadınlar kocalarının diplerinde salına salına yürüyorlar. Yeni evliler kollarına giriyor kocalarının. Çocuklar hop hop, zıp zıp… Bir koca karı bahçe duvarından başka bir koca karıya sesleniyor.
“Nasıl gelin bu bilmem, allem etti kullem etti, sinema için gene razı etti kocasını.”
“Şimdiki gelinler yırtık bacım, yırtık! Yüzleri yok bunların. Biz kocamıza şunu et, şunu tut diyemezdik. Bunlar ellerinden gelse parmaklarında oynatacaklar erkek kısmını”
Fadik abla da mı allem kulem etmiş yoksa, kocasını yanına katmış yola düşmüş. Babam biletçiden biletleri alırken rastlıyoruz, “abla” diyor anneme “nerde oturacaksanız sizinle oturalım biz de”. Annem Fadik ablanın sinemaya geldiğini görünce çok seviniyor. “Anaaam! Ne iyi ettiniz de geldiniz, gelin gelin, biz her gelişimizde aha şuraya otururuz, siz de gelin” diyor. Her zamanki oturduğumuz sıranın ucuna orta yaşlı bir adamla, genç bir kadın oturmuş. Demek ki bizden önce gelip iki iskemleyi kapmışlar. Genç kadının yakası pek açık. Yanındaki adama “beyaz nohut alsana kocacığım” diyor, ardından kahkahayı basıp beline sımsıkı sarılıyor, “doğru ya, sizin burada leblebi diyorlar adına”. Adam “emrin olur güzelim, emret, dünyaları getireyim ayağına” diyor. Kadın yine kahkahayı basıyor. Fadik ablanın kocası adamla kadına şöyle bir bakıp yüzünü ekşiterek “biz arka sıraya oturalım” diyor. Arka sıraya geçiyorlar. Kocası Fadik ablanın kulağına eğilip “Buraya her türlü insan gelir işte böyle, aile getirilir mi böyle yerlere?” diyor, Fadik ablanın yüzü sallanıyor.Annem babama “Bula bula bunların yanını mı bulmuşuz?” diyor. “Burası umuma açık yer hanım, herkes gelir, istediği yere oturur, ne yapalım” diyor babam.Yan taraftaki kadın vara yoğa, her şeye kahkaha atıyor, adam kadına sokuldukça sokuluyor. Annem hafifçe kulağımı çekiyor.
“Önüne bak!” Fadik abla “Allah razı olsun Osman’ım sen getirmeseydin sinemayı neyin göremeyecektim ben” diyor kocasına. Kocası sesini çıkarmıyor. Derin bir nefes alıp nefesini fosurdayan bir sesle burnundan çıkarıyor.Derken gong sesi duyuluyor. Fadik abla çığlık atıp ayağa fırlıyor. “Amanın n’oldu?”
“Yok bir şey” diyor annem “film başlayacak da onu haber veriyorlar.”Fadik ablanın kocası homurdanmaya başlıyor.
“Ne bağırıyorsun? Otur yerine. Elalem bize bakıyor!…”
“Korktum birden bire Osman’ım” diyor Fadik abla. Çatık kaşlarını indirmeden zart zurt etmeye devam ediyor kocası.“Seni buraya getiren de kabahat!”İkinci bir gongla beraber ışıklar da sönüyor. “Amanın karanlıkta kaldık” diye yüksek sesle şaşkınlığını dile getiriyor Fadik abla.“Sinemayı ne zannediyordun, al işte sana sinema” diyor kocası.
Beyaz perdeye ilk kare düşüyor. Fadik ablanın içine de zifti kara bir delik… Bahçedeki sesler bıçak gibi kesiliyor. Az sonra seyirciler, gökyüzündeki yıldızlara daldıkça gözleri, perdedeki yıldızların yerine koyacaklar belki de kendilerini. Çekirdek kabukları, gazeteden külahların içinde dağ gibi birikiyor, dudaklar tuzdan büzüş büzüş. Saatin tik takları tıkır tıkır işliyor ve her güzel an gibi Belgin Doruk'lu dakikaların da sonu geliyor, sonunda ilk film bitiyor. Bu süre içinde Fadik ablanın gıkı çıkmıyor. Ara verildiğinde “hadi kalk gidiyoruz” diyor kocası, “kung fu filmini seyredip de ne yapacaksın!” “Olur” diyor Fadik abla. Gözlerine bakıyorum kırmızı kırmızı iki bilye istemeye istemeye bize bakıyor. Bahçe duvarının dibinden hızla yürüyüp kapıdan dışarıya koşar adımlarla çıkıyorlar.
“Vırvırıyla tat aldırmadı kadına” diyor annem.
“Allah’ın hödüğü” diyor babam, “evde ne edecekti, şuraya geldi beyaz perdede de olsa daha başka dünyalar olduğunu gördü, kötü mü oldu?”
“Biz bunca horantayla geliyoruz haftada bir, onlar iki baş. Sinemaya hayda hayda para bulurlar, hiç olmazsa iki ayda bir gelir insan. Bu da lazım, hep otur hep yat, öyle ömür mü geçermiş?” diyor annem.
“Boş ver hanım” diyor babam, “böyle gelmiş böyle gider bunlar, değişmez”.
İkinci film başlıyor az sonra. Erkek kardeşlerim heyecandan yerlerinde duramıyorlar. Babamın yüzüne bakıyorum, babamın yüzü dalgasız denizler kadar sakin. Kocaman bembeyaz bir gemi geçiyor yüzünden. Babamın gemisi bu. Babam dümende duruyor, annem güvertede sallanan koltuğunda sallanıyor. “Filmi seyret kızım” diyor babam, “her film yeni ufuklar açacaktır sana”Vurdulu kırdılı filmleri sevmesem de babamın açılmasında yarar gördüğü yeni ufuklar için seyre dalıyorum filmi. Usuma takılıyor, ya Fadik ablanınki gibi bir kocam olursa! Ya ben de sallanırken koltuğumda zebellah gibi dikiliverirse karşıma, derse ki; buraya kadardı güverte saltanatı, şimdi doğru kazana kömür atmaya! İki parmağımı kıvırıp oturduğum iskemlenin yan tarafına vuruyorum üç kez, sonra kulak mememi çekiştiriyorum.
“Şeytan kulağına kurşun. Şeytan kulağına kurşun. Şeytan kulağına kurşun…”
Ertesi sabah yine kapı önlerinde buluşuyor kadınlar. “Kız Fadik, sonunda sen de gidebildin sinemaya, hele şükür” diyor Sevim abla. Eşarbını aralayıp saçlarındaki ıslaklığı göstererek “Adamın huyuna gideydin bari yatakta, seni bir dahaki sefere gene götürüverir” diyor. Fadik abla başörtüsünün yanlarını aşağıya çekiştiriyor, sessiz kalıyor bir süre. Sonra “Nasipse gideriz” diyor.Sözü bitenler işlerinin başına koşuyorlar yeniden. Yağ cızırtıları, çocuk zırıltıları, su şıpırtıları, beşik tıkırtıları evlerden taşıp sokağın sesine karışıyor. Kadınlar bir dahaki sinema akşamının hayaliyle ateşi harlıyorlar kocalarının gemilerinde. Yorgun düştükçe bana mısın demiyor, yapışıyorlar küreklere. Denizin dibini, gökyüzünün ötesini görmek istemiyorlar. Onlar bıkıp usanmadan yüzdürürken gemileri kimi kocalar insafa geliyor, yetişiyor imdada. Sallanan koltuk alıyorlar karılarına, yorgunluklarını atsınlar diye. Yüz kez kürek sallıyorlarsa bir kez sallanabiliyor kadınlar. O bir sallanışı on kere anlatıyorlar birbirlerine, ballandıra ballandıra. Böyle böyle ömürleri tükeniyor.
Hayır, diyorum, ben onlar gibi olmayacağım. En azından benim de bir gemim olacak. Karşımdaki illa ki benim gemim diye tutturursa geçeceğim kendiminkine, gerekirse rotamı yeniden çizeceğim. Hemen bir tersaneye atıyorum kendimi, yıllar sürecek bir inşaya başlıyorum. Sonunda afili bir diploma çekiyorum direğime. Koluma altın bir bilezik takıyorum. Sonra aynı denizde yakın bir gemi arıyorum kendime, zaman zaman güvertesinde güneşlenebileceğim, zaman zaman onun benimkinde… Çok sürmüyor, birini buluyorum.
-Gemiler de kavun değil ki!...-
Fadik ablanın vaktiyle dediği gibi yastığı yastığım olsun istiyorum. Kuş tüyü yastıklar yapıyorum, üstlerinde satenden örtüler. Ama o yastıklara bakmıyor bile. Başka yastıklarda geziyor gözleri, bununla da kalmıyor kendi gemisinde kalmam için binbir çeşit şart koşuyor. Dümene yapışmış elleri, bir türlü bırakamıyor. Odaları dolaşıyorum tek tek, tavan arasına bakınıyorum, eski püskü de olsa sallanan bir koltuk arıyorum. Bir türlü bulamıyorum. Bulamayınca da öfkeden çılgına dönüyorum. “Benim de bir gemim var, unutma!” diye bağırıyorum her defasında. Ben böyle dedikçe, kül tablaları, vazolar, ortalıkta ne varsa pır pır uçuşuyor havada. Tuzla buz oluyor her şey yere düştüğü anda. Parmağı dahi kımıldamıyor, toplamak bana kalıyor. Cam kırıkları batıyor ellerime, ellerim şakır şakır kanıyor.

Hiç yorum yok: