Alper AKÇAM
Cezaevi’nin aşçısı kim?” diye sordu ürkek bir kadın sesi. Küçücük lokanta salonunun masalarına sığışmış, içine ekmek doğranmış mercimek çorbasını kaşıklamakta, üstüne karabiber ekilmiş pilav üstü az nohutu yüzlerine vurmuş derin hazlarla yemekte, ya da az sonra önüne gelecek “az kes”i beklerken ekmeğine tuz ve karabiber ekip ilk lokmalarını atıştırmakta olan tümü de erkek müşteriler topluca kaldırdılar başlarını.
Kadının iki elinden de birer çocuk eli tutuyordu. Birisi kısa tıraşlı, kepçe kulaklı, dört beş yaşlarında bir erkek çocuğu, diğeri saçları iki yanda özenle örülüp beyaz kurdeleler takılmış altı yedi yaşlarında bir kız…
Başörtülüydü kadın. Zayıf, çelimsizdi. Üstündeki açık renkli pardösünün içine yaralı bir kuş gibi sığınmıştı. Ürkek gözlerle çevreyi süzüyordu. Kadın cezaevi aşçısı kim diye sorduktan sonra sustu. Herkes sustu. Kaşık sesleri duruldu. Bir bardağa su kondu. Kesik bir öksürük duyuldu.
Yemeklerin konduğu tezgâhın arkasında duran adam kıpırdadı. Kırçıl bıyıkları daha da dikilmişti sanki kadının sorusunu duyunca. “Ustam bak bakalım buraya” diye seslendi arka tarafa doğru. “Geldimmm! Hemmen geldim!” dedi arkadan bir ses… Kalın bir erkek sesiydi duyulan. Lokantaya neşe katmaya çalışan bir tiyatro oyuncusu gibi iki yana yalpalayarak çıkageldi sesin sahibi. Herkesle birlikte kadın da ona baktı.“Cezaevinin aşçısı siz misiniz?” diye sordu kadın gelene.
İçeriden gelen adam, ellerini kirlenmiş beyaz önlüğüne kurularken, gülümsemesi yitiverdi yüzünden. Kısa bir tereddüt geçirdi; sonra da “evet” dedi. Bir ad söyledi kadın. Tam duyamadı masalarda oturanlar. Cezaevinde yatmakta olan bir adamın adı olabilir miydi dediği?
Öyle geldi kulak misafiri olmuşken her şeyi tam duyamayan müşterilere. Belki lokantanın aşçısı da kısa bir süre önce cezaevinde yatıyordu da şimdi çıkmış, bu lokantada işe girmişti.
Belki…
Yine herkes sustu. Kaşık seslerinin canı sıkılmış gibiydi suskunluktan. Bardaklara akan su da hoşnut değildi durumdan.
Tam herkesin yeniden sustuğu bu anda, “Ben ne yiyeceğim şimdi?” diye sordu şen, şakrak, yabancı ve yeni bir ses. Dış kapıdan yeni giriyordu adam. Uzun boylu, kravatlı, saçları iyiden iyiye kırlaşmış, efendiden biriydi.
Kaşıklar, sular, bardaklar, kesilmiş ekmek doldurulmuş naylon kaplar kıpırdadı. “Bakın İsmail ağbimin sorduğuna” diye bağırdı tezgâhın arkasındaki adam. Elindeki kepçeyi yemek tepsilerinden birine daldırıp büyük bir zevkle karıştırmaya başladı. “Bakın da neler yapmışlar? Barbunya pişirmişler misler gibi”. Sonra bir kevgir aldı eline, başka bir tepsideki yemeğe uzandı. “Ciğerler kızartmışlar, insanın ciğerini yakar bu!”
Ne yiyeceğini öğrenmiş olan yeni müşteri gülümseyerek geçti yerine. Her öğün, ne yiyeceğini, hep o tezgâhın arkasında duran kır bıyıklı adam belirliyor olmalıydı.
Belki…
Başörtülü kadınla cezaevinin aşçısı olması gereken adam alçak sesle bir süre daha konuştular. Kadın tam dönüp çıkacakken “az eylen yenge” dedi, belki de cezaevi aşçısı olan… Birer küçük sandviç ekmeğinin içine kesik döner parçalarından doldurdu, üzerine dönerin yağından gezdirdi, çocuklara uzattı.
* * *
Geldi gitti kadın. Gitti geldi kadın. Yanında ve birer elinde hep o iki çocuk... Para verdi kimi gün. Kimi gün parası yoktu. Her gelişinde çocuklar döner ekmek yediler, az az.
Gitti kadın gelmedi. Kadın gidip gelmedi. Geçti günler aradan. Günler kimseye hesap sormadan, kimseye olup biteni sezdirmeden geçip gitti. Uzun boylu kır saçlı adam her gün geldi aksatmaksızın. “Ne yiyeceğim ben?” diye sordu. Kevgirler karıştırdı yemek tencerelerini. İnsanlar sustuğunda kaşık sesleri, bardaklara boşaltılan sular, tuzluklar, ekmek kapları, yutkunmalar, utangaç ağız şapırdatmaları konuştular birbirleriyle. “Bakın neler yapmışlar?” diye sordu küçük lokantanın patronu olması gereken adam.
Bir adam geldi bir gün. Elinde iki çocukla. Adam kısa saçlıydı. Çocuklardan birisi kepçe kulaklı, saçları uzayıp birbirine karışmış dört beş yaşlarında erkek, diğeri de karmakarışık saçlı, kansız yüzlü altı yedi yaşlarında bir kız. Örüksüz, kurdelesiz…
Bir ad sordu çocukların elinden tutmakta olan adam tezgâhın arkasında durana. Bir daha sordu.
“Bilmem. Gitti. Nereye gitti, bilmem” dedi tezgâhın arkasındaki.
Çocuklar dönere bakıp yutkundular. Yutkundular, küçük ekmekle kesik döner parçaları yiyormuş gibi. Dönerin yağı da gezdirilmişti yutkunmanın içine.
Adam çocukların elinden sertçe çekti, çıkıp gittiler. Gittiler. Gidip gelmediler.
Belki…
18 Kasım 2006, Bartın
8.09.2007
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder