Edebiyat ve Eleştiri Kuramları[1]
A. Galip
Estetiğin nesnesini, dört farklı tarzda ele almak olanaklı. Edebiyat kuramları da bu yaklaşıma paralel bir biçimde sınıflandırılmaktadır. Berna Moran’ın Edebiyat Kuramları Ve Eleştiri kitabında yaptığı dörtlü sınıflandırmaya bağlı kalarak konunun edebiyattaki izdüşümünü aşağıdaki biçimde sunabiliriz
.
Edebiyat kuramları, belli türden bir yaklaşım tarzıyla sanatı tanımlarlar. Her birine yükledikleri ağırlık bakımından çeşitli adlar verip genellikle şu dört unsuru bir sanat eserinin temel yapı içeriği olarak görürler. Bunlar sırasıyla, sanatçı, eser, okur ve bütün bunların içerisinde olup bittiği toplumdur (Moran, 1988: 5). Her kuram temele aldığı bu unsurlara bağlı kalarak model alınacak bir sanat eseri betimlemesine girişirler. Eleştiri ise söz konusu modele uygun olup olmama tespitidir. Bu yazımızda konunun genel hatlarıyla sınırlı kalmak üzere bahsi geçen edebiyat kuramlarını aktaralım.
1.Toplumu Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Bu kuram bilinen en yaygın ifadesini ayna metaforunda bulur. Kaynağı Stendal olan bu metafor, romanı, sokakta gezdirilen aynaya benzetir. Naif gerçekçilik, natüralizm, eleştirel gerçekçilik gibi dönemsel adlandırmalardan geçerek günümüzde de toplumcu gerçekçilik kavramı altında tartışılan bu kuram, sanat eserinin toplumsal yapıyı yaşanılan gerçek ilişki boyutlarıyla aktarması gereğini öne sürer. Neredeyse esere çağını aydınlatan bir belge gözüyle bakılır. Kuramın tartışmalı yönlerinden biri ise ‘gerçeklik’ kavramında yatar. Eserden yansıtması beklenilen ‘toplum gerçekliği nedir?’ sorusuna verilen yanıta göre kuram, farklı biçimlerde tanımlar kazanır. Bu çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde ‘toplumcu gerçekçilik’i daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağımız için kurama ilişkin şimdilik bu açıklamalarla yetinelim.
2.Eseri Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Bu kuramın ortaya atılışından yaklaşık yarım asırlık bir suskunluktan sonra, eğer deyim yerindeyse, yeniden moda olduğunu tespit edebiliriz. Geçtiğimiz yüz yılın ilk çeyreğinde Rusya da başlayan ve ilk öncüleri olarak Boris Tomaşevsky, Viktor Şkolevsky, Boris Eichenbaum, Yuri Tinyanov ve Roman Jakobson gibi isimlerden oluşan Rus Biçimcilerinin çalışmalarının 1960’lı yıllardan sonra adeta yeniden keşfedilerek bu kez Fransa’da Yapısalcılık adı altında ( Polonyalı filozof Romen İngarden’in, Amerikalı J. L. Austin’ın, J. R. Searle’ün dil üzerine yaptıkları çalışmaları da temele alarak) yeniden gündeme gelmiştir.
Bu kuramın son derece zengin ve aynı oranda da tartışmalı tezleri, özetlenmeye fazlaca bir olanak tanımıyorlar. Ancak isminin çağrıştırdıklarıyla sınırlı kalarak şunlar söylenebilir. Öncelikle bir sanat eserini kullanmalık bir metinden ayrı tutarak onu bir kurmaca metin sıfatıyla değerlendirmek gerekir. Dış dünyaya yaptığı göndermelerle değil kendi iç bütünlüğü içerisinde ele alınmalıdır. “Demek ki, kurmaca metinde dil, kendi üstüne katlanarak kazanıyor işlevini, yoksa dışındaki nesnel deneyler dünyasına dolaysız bir yönelişle değil.”(Göktürk, 1979: 88). W. Iser’in deyişiyle kurmaca metin, “verili dünyayı yansıt-mayıp- fakat ona verilen malzemeden bir dünya kur” ar (aktaran Kaygı, 1998: 64).
3.Sanatçıyı Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Ağırlıklı olarak ‘anlatımcı’ gelenekten beslenerek geliştirilen bu kuram bütünüyle ona indirgenemez. Temel çıkış noktası eser ile sanatçı arasında kurulan bağdır. Eserden hareketle sanatçı, sanatçıdan hareketle de eser anlamlandırılmaya-anlaşılmaya çalışılır. Yukarıda estetik fenomenin temel öğelerini irdelerken görmüş olduğumuz gibi benzer bir eleştiri bu kurama da yöneltilmektedir. Bu kurama göre eser, gerek sanatçının özyaşam öykülerinin gerekse bu yaşamın koşullandırdığı bilinç ve bilinçaltı örüntülerinin bir dökümünden ibaretmiş gibi algılanmak istenir. Geçen yüz yılda bir hayli yaygınlık kazanmış olan Freud ve Freud sonrası psikanalist akımlardan bu kuramı destekleyecek bir çok malzeme devralınmıştır.
4.Okuru Merkeze Alan Edebiyat Kuramı: Bu kuram kendini, daha çok, bir eleştiri yöntemi olarak ortaya koyar. Başlangıçta kuralcılığa, bilimselliğe ve nesnelliğe bir tepki olarak ortaya çıkan ‘izlenimci’ eleştiri ( Moran, 1988:112) giderek yerini ‘alımlama estetiği’ne bırakmıştır. Alımlama estetiğine göre eser, okur aracılığıyla anlamlandırılır. Örneğin daha da ileri giderek S. Fish, okuma öncesi bir metnin varlığından söz etmenin anlamsızlığını bildirir. Ona göre metin ancak bir okumanın işlevi ve sonucudur. Stanley Fish’in kuramının kısa bir analizi ve eleştirisini Abdullah Kaygı’nın Edebiyat Ve Varlık kitabında bulabilirsiniz.
Yine bu kuram paralelinde bir anlayış için Umberto Eco’nun Açık Yapıt adlı çalışmasını da anmak gerekir. Eco, her ne kadar metnin her türlü yoruma açık olduğunu söylese de, şu kaydıda ekler: “Sanat yapıtı bir bakıma nesnedir de: nitekim yaratıcının düşünmüş olduğu ilk biçimi, tüketicinin zekası ve duyarlığı üzerine yaptığı etkilerin bir-aradalığıyla (configuration) yeniden bulunabilir: Çünkü yaratıcı, kendi dilediği yolda tadılıp anlaşılabilmesi için tamamlanmış bir biçim ortaya koyar. Ama öte yandan, her tüketici de uyarıcıların oluşturduğu burca karşı bir tepki göstererek, bunlar arasındaki bağıntıları görmeye çalışarak, kişisel bir duyarlık, diyeceğim belirli bir kültür, beğeniler, eğilimler, kendine özgü bir bakış açısından sanattan haz almayı yönlendiren önyargılar ortaya koyar.” ( Eco, 1992:13). Eco’nun kuramı için okuru merkeze alan kuramla eseri merkeze alan kuramın bir sentezi diyebiliriz.
Bir Edebiyat Olarak Eleştiri
Bu genel saptamaların dışında elbette ki, özgün bakışlarda var. Çalışmamızın bütünlüğü içerisinde işaret edilen farklılıklar buna bir örnek oluşturacaktır. Şimdilik bu ara başlığın gerekçesine dönelim.
Terry Eagleton, Eleştirinin Görevi adlı çalışmasında J. Habermas’dan ‘kamusal alan’ kavramını ödünç alarak İngiltere’de eleştiri tarihini inceler. Eleştiri tarihini şu biçimde dönemselleştirir: “On sekizinci yüzyıl başlarında eleştiri, kültür siyasetiyle ilgilendi; on dokuzuncu yüzyılda, kamu ahlakı uğraş alanıydı; yüzyılımızda ise eleştiri bir ‘edebiyat’ konusudur.” (Eagleton, 1998:101). On sekizinci yüzyılda eleştirinin kapsamına her şey girer. Hizmetçilere karşı nasıl davranılacağı, hanımlara gösterilmesi gereken nezaket kuralları, giyim kuşam kuralları, yemek adabı gibi her türden konu eleştirmenin yol göstericiliğine bırakılmıştır. Öte yandan siyasal boyutuyla da kamusal alan eleştirmenin yol göstericiliğine muhtaçtır. On dokuzuncu yüzyılda eleştiri bu yönüyle öne çıkar. Artık eleştiri iyi huyunu bir kenara bırakmış yıkıcı bir hal alarak siyasal çekişmenin arenasına dönüşmüştür. Günümüzde ise eleştiri, Eagleton’a göre, ‘ya edebiyat endüstrisinin kamu ilişkilerinin bir parçasıdır ya da bütünüyle üniversitelerin içinde kalan bir konudur’. O halde eleştirinin yeniden geleneksel işlevini yüklenmesi gereklidir.
Artık eleştiri bir sanat pratiği olarak değerlendirilir. Bir eleştiri yazısı en az kendisine konu seçtiği sanat eseri kadar ilgi gören bir düzeye ulaşmış durumdadır. Sanata ilişkin çeşitli akımlar, -izmler zenginliğine paralel olarak eleştiride aynı zenginliği paylaşacak biçimde bir kuramlar farklılığı sunmaktadır. Özellikle edebiyat eserlerinin eleştirisi söz konusu edildiğinde yazarı, eseri ve okuyucuyu ayrı ayrı her birini merkezi bir önemle ele alan veya hepsini bir bütün olarak değerlendiren bir çok eleştiri kuramları kimi zaman birbirini destekleyen kimi zaman da birbirini dışarıda bırakan yöntemlerle eserin değerini ortaya koymaya, benzerleri arasındaki yerini göstermeye uğraşmaktadır.
Sanat, yaratıcısının olduğu kadar izleyicisinin de belirli bilgi eşiklerini aşmış olmasını zorunlu kılar. Kimi sanat eserlerinin yaratılmasından çok sonra hak ettiği değeri bulması onun vaktinden önce doğmak gibi bir kusura sahip olmasının yanı sıra daha çok izler çevrenin doğru değerlendirme yapabilecek titizliği göstermemiş olduğunu ileri sürebiliriz. İzler çevrenin söz konusu esere yeterli ilgiyi göstermemesinin burada anamayacağımız kadar çok nedenleri vardır. Ancak burada sadece bilgi eksikliğini vurgulamakla yetinelim. Tıpkı sanatçının yeteneğine, yaratıcılığına ek olarak ürün verdiği alanın kapsamlı bilgisine sahip olmak yükümlülüğünü taşıyor olması gibi izleyicinin de doğru değerlendirme yapabilmesi için neyle karşı karşıya olduğunun bilgisiyle donanmış olması gerekir. Sanatla ilgilenmenin belli sanat kurmaylarına havale edilecek profesyonel bir uğraş olduğu düşünülmüyorsa kaçınılmaz biçimde sanat hakkında bilgilenme faaliyetine girmek gerekecektir. Ancak her sanat izleyicisinin ilgilendiği tür hakkında detaylı bir bilgi birikimine sahip olması mümkün olamayan ama ideal bir durum olarak görünebilir. Sanırım bu nedenden dolayıdır ki sanat eseri ile izleyici arasında eleştirmenler bulunmaktadır. Biriken ve yaygınlaşan sanat pratiğinin bir sanayi oluşturacak kadar genişlemesiyle izleyicilere ürünleri tanıtma, aktarma gibi işlevler eleştirmenlere yüklenmiştir. Bu da bir sanat eserini değerlendirme işini yalnızca eleştirmenlerin göreviymiş gibi bir yanılsamaya neden olmaktadır. İzleyici artık ulaşılabilirliği en fazla olan bir eleştirmenin sözlerine kulak vererek kendisi için seçilen eserleri izleyecektir. İzleyici için eleştirmenin yargısı tayin edici bir rol üstlendiğinden eser karşısında kendi kendisinin kılavuzu olma, eleştirme, yargılama gibi çeşitli zihin faaliyetlerine girmekten geri durmaktadır. İzleyici eser karşısında gereğinden fazla tembellik hakkını kullanarak medyanın da etkisiyle adından övgüyle söz edilen eserlerden, kendine bir şey katmaksızın şöyle bir göz gezdirmekle yetiniyor.
Eagleton’un tespitine ulaşmış durumdayız. Yukarda yaptığımız alıntıda olduğu gibi bugün eleştiri edebiyat endüstrisinin kamu ilişkileri kolunun bir parçasına dönüşmüş durumdadır. Diğer bir boyutuyla ise adeta üniversitelere sıkışmış kalmıştır. Ancak bilmem ki bunu doğal mı karşılamak gerekir? Eagleton’un söylemiş olduğu gibi zaten sanat, ‘talepten ihtiyaç çıkarıldığında geriye kalan’ değil midir?
8.09.2007
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder