F. Sürmeli - F. Bal - M. Çarboğa - İ. Çiftçi - H. Yolcu - O. Aslan
29.11.2007
26.11.2007
AYNALAR
“bir kurt nasıl kuşanırsa öyle kar günlerini
aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...”
Hilmi Yavuz
Dali, kalemini eline alıp karalama kağıtlarına önce bir çöl çizdi. Sonra kurumuş bir kaktüs ağacı... Derken küçük küçük tepeler... Çöle ait ne varsa çiziyordu. Kurumuş otlar, akrepler... Bir iskelet eksik kalmıştı.
Okuduğum Red Kit çizgi romanlarındaki çöl sahnelerini andırıyordu kalemle çizilen çöl.İnek başı çizeceğini sandığım Dali, bir deve iskeleti konduruverdi resme son olarak. Beni görmüyordu. Yanındaydım oysa. Gözlerini kısıp pencereden içeriye doluşan gün ışığını süzmeye başladı.Bulutsuzdu hava. Güneşin bütün ışınları sanki Dali’nin atölyesine doluşuyordu.Kalemi bırakıp tuvalin karşısına geçti.Karalama kağıdına çizdiği her şeyi tuvale boyamaya başladı bu kez. Sıra tam deve iskeletini çizmeye gelince biraz düşündü. İzliyordum. Gövdesinden başladı çizmeye. O çizerken ben kemiklerini sayıyordum devenin. Gövdesini bitirince gövdemin bittiğini, izleyen benden eksildiğini duyumsuyordum. Derken ayaklarım eksilmeye başladı. Dali resmi bitirmenin sevinciyle imzasını atmaya başladığında ben artık Dali’yi resimdeki deve iskeletinin göz çukurlarından izliyordum.
Resim sergisinde herkes benim göz çukurlarıma hayranlıkla bakarken, ben şaşkınlıktan ölü bir deve iskeleti olmanın sancısını yaşıyordum. Bir yere bağlı kalıp da iplerden kutulamamanın sıkıntısı... Resme bakan hiç kimse de farkımda değildi.
Kan ter içinde uyandım. Çölde bir deve iskeleti, hem de tuvalde bir deve iskeleti olmadığımın farkına varınca baharı karşılayan kardelen çiçekleri kadar sevinç duydum. Ne güzeldi insan olmak. Bir tuval olmamak... Bir iskelet olmamak tuvalde, ne güzeldi...
Sevincim uzun sürmedi. Uyandığım odada baktığım her yerde kendimi çırıl çıplak bulduğumu fark edince sevincim şaşkınlığa bıraktı yerini. Yere baktım. Yerler aynadandı. Karşı duvarlara baktım, aynadandı. Tavana baktım, aynadan... Karşılıklı bütün duvarlar aynadan... Ne çok ben vardı, ne çok ayna... Sise benzeyen soluk bir ışık aydınlatıyordu odayı. Kapıyı arandım, pencerelerini, soba deliklerini...
Aynadan bir kutunun içindeydim. Kendime ait bir eşya aradım. Bu kutuda yuvarlak, sarı kurmalı saatimden başka bana ait hiçbir şey yoktu. Ayna ve saat... ‘Deliyor muyum acaba?’ diye düşündüm. Nereye baksam sonsuzdum. Gözlerimi tavana diktiğimde iç içe geçmiş sonsuz tane yüzüm oluyordu. Odanın içinde yürümeye çalışsam sonsuz tane bacaklarım oluyordu. Duvardan duvara koştum. Aynadan aynaya...
Bendim hepsi.
İnsan ne kadar bakabilirdi ki kendine... Aynalarda hayallerini görebilir miydi insan? Gözüm aynalara açıkken hiçbir şeyin düşünü kuramıyordum. En sonunda yoruldum usandım kendime bakmaktan. Boylu boyunca yere uzanıp gözlerimi yumdum kendimi görmemek için.
Önceki gün pazara gidecektim. Traktör gelemeyince gidememiştim. Karın gittikçe yükseldiğini görünce, çocuklara bu gün için okula gelmemelerini söylemiştim. Onlar da yitip gitmişlerdi kar taneleri arasında evlerine doğru. Bahçedeki fındık ağaçları arasından bakakalmıştım arkalarından. Okulun önündeki derenin sesinden başka hiçbir şeyin sesi duyulmuyordu. Her şey sesini yitirmişti. Kar hayat belirtisi olabilecek bütün sesleri emip sulara taşımıştı sanki. Suları dikkatle dinleyen insan, dağın bütün kuşlarının sesini duyardı. Kurtların sesini, domuzların, çakalların, çocukların, karacaların sesini duyardı.
Kardan ağarık bir adam olarak içeri girmiştim. Bağıra bağıra ‘Karşıki dağı duman bürümüş/Ellerin mektubu gelmiş okunur/Benim yüreğime sokulur/Sokulur aman’ diye türkü söylüyordum teneke sobanın başında. Elektrikler her zamanki gibi kar tanelerini görünce kesilmişti. Bir gün önceden sobanın üstüne hamlaması için kuru fasulyeye sos hazırlamaya koyulmuştum türküden sonra. İçeride akşamın loşluğu vardı. Leşliği vardı. Bıkmıştım insansız akşamlardan. Durmadan mektup yazardım akşamları. Çoğunu göndermeyeceğim mektuplar... Uzun süredir kimsenin mektubunun da geldiği yoktu.
Fasulyeye alaca karanlıkta hazırladığım sosu tencereye boşlatıp yemeğin olmasını beklemiştim sıkıntıyla. Karnım gurulduyordu.
Kitaplarımı, okul anılarını taşıyan fotoğrafları karıştırdımsa da yemekten başka bir şey düşünemiyordum. Fareler dokunmuyordum. Bir canlı soluğu olması anlamlı geliyordu saçma da olsa. Aramızda anlaşma vardı sanki. Kitaplarıma dokunmuyorlardı hiç. Ancak hole bıraktığım ekmekleri yiyorlardı. Bir arkadaşa beş sayfa dolusu fareleri anlatan bir mektup göndermiştim. Farelerden bahsedene kadar anlamıyordu yalnızlığımı. Mektuba cevapta ‘anladım’ diyebilmişti. Çok mu zordu anlamak?..
Zordu...
Yemeğimi yedikten sonra lüksün patlak gömlekli hırıltılı ışığında bu kez yeniden baktım bilmem kaç bininci kez fotoğraflara. “Bir sincap gibi mesela..”bilmem kaç binici kez yeniden okudum Nazım’ı... Her şey aşındı. Beni ne kadar anlıyorlarsa, ben de o kadar anlıyordum fotoğraftaki yüzleri... hayvani bir duygu vardı içimde. Hayatta kalabilme duygusu.biyolojik varlığımı sürdürmekten başka hiçbir şey derin anlam taşımıyordu.
Pencereden dağın yamacında biriken karı izlerken uyuyakalmışım.
Kapıya vurulduğunu duyduğumda, irkilerek uyandım. Akşam baktığım pencerene hiç ışık gelmiyordu. El yordamıyla kapıya kadar ulaşıp açtım kapıyı. İçeriye kar yığını doluşunca kendime gelebildim. Köylülerdi. Ayakları görünüyordu kapıdan. Kar kapıyı kapatmıştı. Selamlaştık. Geceleri lojmana gelmekten korkarlardı. Dereden şeytan çıkacağına inanırlardı. Dereyi aşmadan da bana ulaşmak zordu tabi. Soba küreği ile içeriye doluşan karları attıktan sonra. Dışarıya doğru yükselen merdiven yaparak alabilmiştim köylüleri içeri. Kapıyı açık bırakmıştım ışığın girebilmesi için.bana biraz sitem ettikten sonra bir ihtiyacım olup olmadığını sormuşlardı. Evlerine götürmek istiyorlardı. “Yarın gelin. İşim var biraz.” Odunluğa çığır açmalarını istedim. Giyle dedikleri raketlerini ayakkabılarının altına taktıktan sonra odunluğa çığır açıp gitmişlerdi. Yüzümü bile yıkamamıştım daha. Muslukları yokladım. Su donmuştu. Korka korka bodrumdan üst kata çıkar gibi tırmandım kardan merdivenin basamaklarını. Karla yüzümü ovuşturdum yıkama niyetine. Geriye dönüp çamaşır leğenini aldım. Açtıkları çığır, kar taze olduğundan taşımıyordu beni. Çamaşır leğenini raket gibi kullanarak odunluğa kırk beş dakikada varabildim. Oysa otuz metre bile değildi odunluk lojmana. Leğeni odunla doldurursam lojmana dönemeyeceğim geldi aklıma. Doldurmadan, leğeninin içine basa basa aynı sürede ulaşabildim lojmana. Karın boyu çatıyla birdi. Usanmadan da devam ediyordu yağmaya. Hem de ne yağış!.. ceviz tanesi gibiydi her biri.
Ellerim, yüzüm donmuş bir vaziyette girdim içeriye. Kapıyı kapatmadan lüksü bulup baktım son kibritlerden biriyle. Uyduruk bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltımı yaptıktan sonra yeniden yatağa uzandım. Yapacak bir şey yoktu. Hiç bir şey yoktu. Dışarısı aydınlıktı ve ben içeride lüks ışığıyla duruyordum.
Uzandığım yerden sessizliğin sesini dinlemeye başladım. Yoktu. Sesi yoktu sessizliğin. Merdiven geldi aklıma. Dışarıya çıktım tekrar. Yağan kara aldırmadan derenin sesini dinlemeye başladım. Ne kadar durdum son basamakta, hatırlamıyorum. Çok üşümüştüm. Sesleri kulağıma doldurtabildiğim kadar doldurdum. Her tarafım kar olmuştu. Donmak üzereyken içeri girdim.
İçeride üzerimi değiştikten sonra sesleri, kimlerin, hangi hayvanların seslerine benzediklerini düşündüm uzandığım yerden. Artık hiçbir sesi benzetemiyordum. Ses kalmamıştı çünkü.
Uyuyakalmışım.
Gözlerimi açtığımda yeniden karşılaştım kendi sonsuzluğumla. Hiçbir şey düşünemiyordum sessizlikten ve yalnızlıktan başka. Kapı çalındı. Ama kapı yoktu.
“Hocaaa! Aç kapıyı, mektubun var.” Hoca kelimesi duyulur duyulmaz, kapının olduğu yerden ayna erimeye başladı. Bir kapılık bir yer belirdi yalnız. Mektubu bırakıp gitti adam. Mektubu açıp okumaya başladım.
Seni özledim.
Sesini özledim.. gülümseyişini.. gözlerinin ışığını...
Bu kent sensizliği taşıyamıyor artık.
Gelsene...
Kır çiçekleri de getir bana. Bu kentte çiçekler kokusunu çoktan yitirdi...”
Sesli sesli, tekrar tekrar okumaya başladım mektubu. Ben sesimi yükselttikçe aynalar daha hızlı erimeye başladı. Aynalar eridikçe, akşam yattığım odam, bana ait eşyalar, kitaplar, resimler çıktı ortaya.
Sesimin sıcaklığı aynaları eritti.
Mektubun sıcaklığıydı...
Aynalardan buzdandı.
Faruk Bal
aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...”
Hilmi Yavuz
Dali, kalemini eline alıp karalama kağıtlarına önce bir çöl çizdi. Sonra kurumuş bir kaktüs ağacı... Derken küçük küçük tepeler... Çöle ait ne varsa çiziyordu. Kurumuş otlar, akrepler... Bir iskelet eksik kalmıştı.
Okuduğum Red Kit çizgi romanlarındaki çöl sahnelerini andırıyordu kalemle çizilen çöl.İnek başı çizeceğini sandığım Dali, bir deve iskeleti konduruverdi resme son olarak. Beni görmüyordu. Yanındaydım oysa. Gözlerini kısıp pencereden içeriye doluşan gün ışığını süzmeye başladı.Bulutsuzdu hava. Güneşin bütün ışınları sanki Dali’nin atölyesine doluşuyordu.Kalemi bırakıp tuvalin karşısına geçti.Karalama kağıdına çizdiği her şeyi tuvale boyamaya başladı bu kez. Sıra tam deve iskeletini çizmeye gelince biraz düşündü. İzliyordum. Gövdesinden başladı çizmeye. O çizerken ben kemiklerini sayıyordum devenin. Gövdesini bitirince gövdemin bittiğini, izleyen benden eksildiğini duyumsuyordum. Derken ayaklarım eksilmeye başladı. Dali resmi bitirmenin sevinciyle imzasını atmaya başladığında ben artık Dali’yi resimdeki deve iskeletinin göz çukurlarından izliyordum.
Resim sergisinde herkes benim göz çukurlarıma hayranlıkla bakarken, ben şaşkınlıktan ölü bir deve iskeleti olmanın sancısını yaşıyordum. Bir yere bağlı kalıp da iplerden kutulamamanın sıkıntısı... Resme bakan hiç kimse de farkımda değildi.
Kan ter içinde uyandım. Çölde bir deve iskeleti, hem de tuvalde bir deve iskeleti olmadığımın farkına varınca baharı karşılayan kardelen çiçekleri kadar sevinç duydum. Ne güzeldi insan olmak. Bir tuval olmamak... Bir iskelet olmamak tuvalde, ne güzeldi...
Sevincim uzun sürmedi. Uyandığım odada baktığım her yerde kendimi çırıl çıplak bulduğumu fark edince sevincim şaşkınlığa bıraktı yerini. Yere baktım. Yerler aynadandı. Karşı duvarlara baktım, aynadandı. Tavana baktım, aynadan... Karşılıklı bütün duvarlar aynadan... Ne çok ben vardı, ne çok ayna... Sise benzeyen soluk bir ışık aydınlatıyordu odayı. Kapıyı arandım, pencerelerini, soba deliklerini...
Aynadan bir kutunun içindeydim. Kendime ait bir eşya aradım. Bu kutuda yuvarlak, sarı kurmalı saatimden başka bana ait hiçbir şey yoktu. Ayna ve saat... ‘Deliyor muyum acaba?’ diye düşündüm. Nereye baksam sonsuzdum. Gözlerimi tavana diktiğimde iç içe geçmiş sonsuz tane yüzüm oluyordu. Odanın içinde yürümeye çalışsam sonsuz tane bacaklarım oluyordu. Duvardan duvara koştum. Aynadan aynaya...
Bendim hepsi.
İnsan ne kadar bakabilirdi ki kendine... Aynalarda hayallerini görebilir miydi insan? Gözüm aynalara açıkken hiçbir şeyin düşünü kuramıyordum. En sonunda yoruldum usandım kendime bakmaktan. Boylu boyunca yere uzanıp gözlerimi yumdum kendimi görmemek için.
Önceki gün pazara gidecektim. Traktör gelemeyince gidememiştim. Karın gittikçe yükseldiğini görünce, çocuklara bu gün için okula gelmemelerini söylemiştim. Onlar da yitip gitmişlerdi kar taneleri arasında evlerine doğru. Bahçedeki fındık ağaçları arasından bakakalmıştım arkalarından. Okulun önündeki derenin sesinden başka hiçbir şeyin sesi duyulmuyordu. Her şey sesini yitirmişti. Kar hayat belirtisi olabilecek bütün sesleri emip sulara taşımıştı sanki. Suları dikkatle dinleyen insan, dağın bütün kuşlarının sesini duyardı. Kurtların sesini, domuzların, çakalların, çocukların, karacaların sesini duyardı.
Kardan ağarık bir adam olarak içeri girmiştim. Bağıra bağıra ‘Karşıki dağı duman bürümüş/Ellerin mektubu gelmiş okunur/Benim yüreğime sokulur/Sokulur aman’ diye türkü söylüyordum teneke sobanın başında. Elektrikler her zamanki gibi kar tanelerini görünce kesilmişti. Bir gün önceden sobanın üstüne hamlaması için kuru fasulyeye sos hazırlamaya koyulmuştum türküden sonra. İçeride akşamın loşluğu vardı. Leşliği vardı. Bıkmıştım insansız akşamlardan. Durmadan mektup yazardım akşamları. Çoğunu göndermeyeceğim mektuplar... Uzun süredir kimsenin mektubunun da geldiği yoktu.
Fasulyeye alaca karanlıkta hazırladığım sosu tencereye boşlatıp yemeğin olmasını beklemiştim sıkıntıyla. Karnım gurulduyordu.
Kitaplarımı, okul anılarını taşıyan fotoğrafları karıştırdımsa da yemekten başka bir şey düşünemiyordum. Fareler dokunmuyordum. Bir canlı soluğu olması anlamlı geliyordu saçma da olsa. Aramızda anlaşma vardı sanki. Kitaplarıma dokunmuyorlardı hiç. Ancak hole bıraktığım ekmekleri yiyorlardı. Bir arkadaşa beş sayfa dolusu fareleri anlatan bir mektup göndermiştim. Farelerden bahsedene kadar anlamıyordu yalnızlığımı. Mektuba cevapta ‘anladım’ diyebilmişti. Çok mu zordu anlamak?..
Zordu...
Yemeğimi yedikten sonra lüksün patlak gömlekli hırıltılı ışığında bu kez yeniden baktım bilmem kaç bininci kez fotoğraflara. “Bir sincap gibi mesela..”bilmem kaç binici kez yeniden okudum Nazım’ı... Her şey aşındı. Beni ne kadar anlıyorlarsa, ben de o kadar anlıyordum fotoğraftaki yüzleri... hayvani bir duygu vardı içimde. Hayatta kalabilme duygusu.biyolojik varlığımı sürdürmekten başka hiçbir şey derin anlam taşımıyordu.
Pencereden dağın yamacında biriken karı izlerken uyuyakalmışım.
Kapıya vurulduğunu duyduğumda, irkilerek uyandım. Akşam baktığım pencerene hiç ışık gelmiyordu. El yordamıyla kapıya kadar ulaşıp açtım kapıyı. İçeriye kar yığını doluşunca kendime gelebildim. Köylülerdi. Ayakları görünüyordu kapıdan. Kar kapıyı kapatmıştı. Selamlaştık. Geceleri lojmana gelmekten korkarlardı. Dereden şeytan çıkacağına inanırlardı. Dereyi aşmadan da bana ulaşmak zordu tabi. Soba küreği ile içeriye doluşan karları attıktan sonra. Dışarıya doğru yükselen merdiven yaparak alabilmiştim köylüleri içeri. Kapıyı açık bırakmıştım ışığın girebilmesi için.bana biraz sitem ettikten sonra bir ihtiyacım olup olmadığını sormuşlardı. Evlerine götürmek istiyorlardı. “Yarın gelin. İşim var biraz.” Odunluğa çığır açmalarını istedim. Giyle dedikleri raketlerini ayakkabılarının altına taktıktan sonra odunluğa çığır açıp gitmişlerdi. Yüzümü bile yıkamamıştım daha. Muslukları yokladım. Su donmuştu. Korka korka bodrumdan üst kata çıkar gibi tırmandım kardan merdivenin basamaklarını. Karla yüzümü ovuşturdum yıkama niyetine. Geriye dönüp çamaşır leğenini aldım. Açtıkları çığır, kar taze olduğundan taşımıyordu beni. Çamaşır leğenini raket gibi kullanarak odunluğa kırk beş dakikada varabildim. Oysa otuz metre bile değildi odunluk lojmana. Leğeni odunla doldurursam lojmana dönemeyeceğim geldi aklıma. Doldurmadan, leğeninin içine basa basa aynı sürede ulaşabildim lojmana. Karın boyu çatıyla birdi. Usanmadan da devam ediyordu yağmaya. Hem de ne yağış!.. ceviz tanesi gibiydi her biri.
Ellerim, yüzüm donmuş bir vaziyette girdim içeriye. Kapıyı kapatmadan lüksü bulup baktım son kibritlerden biriyle. Uyduruk bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltımı yaptıktan sonra yeniden yatağa uzandım. Yapacak bir şey yoktu. Hiç bir şey yoktu. Dışarısı aydınlıktı ve ben içeride lüks ışığıyla duruyordum.
Uzandığım yerden sessizliğin sesini dinlemeye başladım. Yoktu. Sesi yoktu sessizliğin. Merdiven geldi aklıma. Dışarıya çıktım tekrar. Yağan kara aldırmadan derenin sesini dinlemeye başladım. Ne kadar durdum son basamakta, hatırlamıyorum. Çok üşümüştüm. Sesleri kulağıma doldurtabildiğim kadar doldurdum. Her tarafım kar olmuştu. Donmak üzereyken içeri girdim.
İçeride üzerimi değiştikten sonra sesleri, kimlerin, hangi hayvanların seslerine benzediklerini düşündüm uzandığım yerden. Artık hiçbir sesi benzetemiyordum. Ses kalmamıştı çünkü.
Uyuyakalmışım.
Gözlerimi açtığımda yeniden karşılaştım kendi sonsuzluğumla. Hiçbir şey düşünemiyordum sessizlikten ve yalnızlıktan başka. Kapı çalındı. Ama kapı yoktu.
“Hocaaa! Aç kapıyı, mektubun var.” Hoca kelimesi duyulur duyulmaz, kapının olduğu yerden ayna erimeye başladı. Bir kapılık bir yer belirdi yalnız. Mektubu bırakıp gitti adam. Mektubu açıp okumaya başladım.
Seni özledim.
Sesini özledim.. gülümseyişini.. gözlerinin ışığını...
Bu kent sensizliği taşıyamıyor artık.
Gelsene...
Kır çiçekleri de getir bana. Bu kentte çiçekler kokusunu çoktan yitirdi...”
Sesli sesli, tekrar tekrar okumaya başladım mektubu. Ben sesimi yükselttikçe aynalar daha hızlı erimeye başladı. Aynalar eridikçe, akşam yattığım odam, bana ait eşyalar, kitaplar, resimler çıktı ortaya.
Sesimin sıcaklığı aynaları eritti.
Mektubun sıcaklığıydı...
Aynalardan buzdandı.
Faruk Bal
25.11.2007
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut UYAR
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut UYAR
24.11.2007
8. Antalya Öykü günleri sona erdi
Antalya’da sekiz yıllık öykü bitti
Antalya Sanatçılar Derneği’nin düzenlediği Antalya Öykü Günleri’nin sekizincisi 23 Kasım-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Açılış konuşmasını ANSAN Başkanı Cahit Çakcıl’ın yaptığı Öykü Günleri’nin onur konuğu Füruzan idi. Hastalığı nedeniyle Füruzan’ın katılamadığı 8. Antalya Öykü Günleri’nin konukları arasında şu isimler yer aldı: Ahmet Büke, Ahmet Tüzün, Cahit Çakcıl, Celâl Hafifbilek, Deniz Keskin, Kadir Yüksel, Kamile Yılmaz, Narin Karakaşlı, Neşe Karel, Refik Algan, Seray Şahiner.
Üç oturum şeklinde gerçekleştirilen Antalya Öykü Günleri’nde öyküler okundu, Türk öykücülüğünün çeşitli sorunları ele alındı.
Öykü okuyoruz, konuşuyoruz
23 Kasım saat 16.00’da Neşe Karel kendi öyküsünü okudu. Rahatsızlığı nedeniyle uzun süredir Antalyalı sanatçılardan uzak kalan emekli TRT prodüktörü ve yazar Saffet Uysal’ı arkadaşları unutmadı. Saffet Uysal’ın Elifi Bahar adlı kitabından seçilen bir öyküsü arkadaşları tarafından sanatseverlere okundu. 24 Kasım Cumartesi günü saat 13’te Kamile Yılmaz, saat 15.30’da Ahmet Büke, aynı gün saat 17.00’de Nuri Erkal öykülerini okudular.
23 Kasım’daki Nuri Erkal’ın yönettiği ilk oturumda “Öykü Ödüllerinin Edebiyatımızdaki Yeri ve Önemi” tartışıldı. Oturumda Seray Şahiner, Kadir Yüksel ve Refik Algan söz aldı. Seray Şahiner “Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir” derken Kadir Yüksel ödül enflasyonuna değindi: “Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım”. Refik Algan ise “Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir” şeklinde konuştu.
24 Kasım’daki ikinci oturumu Celâl Hafifbilek yönetti. İkinci oturumda Deniz Keskin, Refik Algan ve Seray Şahiner, öykücü Füruzan’ın öykü serüvenini değerlendirdiler.
Deniz Keskin “70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur” derken; Refik Algan, Füruzan’ı “70’li yılların öykücülüğünde bir mucize” olarak değerlendirdi. Seray Şahiner ise Füruzan’ın öykücülüğünü “Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Füruzan’ın öykülerinde gördüm” şeklinde yorumladı.
Öykü günlerinin “Öykü Dergiciliği Canlanıyor mu?” konulu son oturumunu Ahmet Tüzün yönetirken, oturumun konuşmacıları Kadir Yüksel ve Karin Karakaşlı idi.
Kadir Yüksel, öykü dergiciliğinde en büyük sorunun dağıtım olduğuna dikkat çekerken “Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…” dedi.
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları” diyen Karin Karakaşlı şöyle konuştu: “Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir”.
Öykü Yarışması’nda birinci Medine Akın
8. Antalya Öykü Günleri kapsamında her yıl olduğu gibi bu yıl da Antalya Liselerarası Öykü Yarışması yapıldı. “Antalya Liselerarası Öykü Yarışması”nda Karatay Lisesi öğrencisi Medine Akın birinci, Antalya Lisesi öğrencisi Burak Keskin ikinci oldu. Antalya Anadolu Lisesi öğrencisi Nükte Öcal ise aynı yarışmada mansiyon ödülüne layık görüldü. Yarışmanın birincisi Medine Akın’a ödülü ANSAN başkanı Cahit Çakcıl, yarışmanın ikincisi Burak Keskin’e ödülü Deniz Keskin, mansiyon ödülüne layık görülen Nükte Öcal’a ödülü ANSAN Yönetim Kurulu üyesi Taci Alpaslan tarafından, düzenlenen bir törenle verildi.
Ne dediler?
CAHİT ÇAKCIL:
“Yaşamak istediğimiz hayat, olmasını istediğimiz ülke, havasını soluduğumuz kent, yürüdüğümüz sokak bu mu olmalıydı? Bu sorulara cevap arayan her öykü kendi içinde bir dünya, her öykü kitabı içinde dünyalar barındıran bir evrendir.”
NEŞE KAREL:
“Almanya’da kaldığım yıllar aynı zamanda ülkemin dışında kendi başıma kaldığım yıllardı da. Gördüğüm insanların her birinin ayrı bir hikâyesi vardı. Bu hikâyeleri yazmaya karar verdim. Almanya’ya ilk yolculuğumu kara trenle yaptım. Son yolculuğumda bindiğim tren beyazdı, kara trenin çıkardığı acı çığlığı çıkarmıyordu. Almanya’da yazdığım öykülerde bu acı çığlıktan esinler olduğunu sonradan fark ettim.”
SERAY ŞAHİNER:
“Kitabımı oluşturan öyküler bittiğinde 21 yaşındaydım. ‘Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nde dosyam ‘övgüye eğer’ bulunmuştu. O zamana kadar yayınevlerinin önünden geçmeye bile cesaret edemezdim. Kitabım ‘Can Yayınları’ndan çıktı. Kitabımın yayınlanmasında kitap dosyasının ‘dikkate değer’ görülmesi etkili oldu. Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir.”
“Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Fürüzan’ın öykülerinde gördüm.”
KADİR YÜKSEL:
“Batıda olduğu gibi bizde de edebiyatçılar ödüllendirildi. Divan şairleri Sultan’lar, Halk şairleri zenginler tarafından ödüllendirildi. Ödüllendirilenler aynı zamanda cezalandırılabiliyorlardı da. CHP Ödülü alan Attilâ İlhan, CHP tarafından cezalandırıldı. Edebiyatçılar, ‘edebiyat kurumu’ tarafından olduğu gibi, edebiyatın içinde yer aldığı devlet tarafından da ödüllendiriliyor ya da cezalandırılıyor. Ödülleri de cezaları da kaldıralım, işi yapıta bırakalım. Cervantes örneğinde olduğu gibi öldükten sonra ‘ödüllendirilen’ eserlerin olabileceğini bilerek... Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım. Ödülden daha çok ‘yarışma’ sözcüğüne karşıyım. Özendirmenin sonunda sel gidecek kum kalacak. O halde ödül değil metin önemli.”
“Öykü dergilerinden bazıları: Resimli Hikâyeler (1927), Seçilmiş Hikâyeler (1947), Dost, Öykü (1970), Yaba Öykü (1984), Yaşasın Edebiyat (1980), Adam Öykü (1995), Düşler- Öyküler, Fayton Öykü, Üçüncü Öyküler, Kum, Yazın, Kül Öykü, İmge Öyküler, Eylül, Aylak, Hece Öykü….. Çoğunda şiirlere de yer verilen bu dergilerden en uzun ömürlüsü Adam Öykü. Adam Öykü 58 sayı çıktı. Öykü dergiciliğinin en büyük sorunu dağıtım. Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…”
REFİK ALGAN:
“Şiir ve öykü, nitelikli okur gerektiriyor. Bu nedenle okurları az. Edebiyat ödüllerini tartışacak edebiyat eleştirmenlerinin olması gerekiyor. Bizde yazar çok eleştirmen yok. Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir. Medyatik edebiyatla edebiyatı birbirinden ayırmak gerekir. Eleştirmen yerine medya patronlarının sözcüleri varsa buna karşı çıkmak gerekir. ‘Eleştiri kurumu’ eksikliğinden söz etmemiz gerekir. Yazar eleştirmenden ilerde.”
“İki türlü sanatçı var: Bunlardan birincisi doğuştan sanatçı. Mozart gibi. Deha sahipleri, eğitimden geçmek zorundalar. ‘Doğuştan yetenek’ bir kalıba dökülmek zorunda. Entelektüel kaygılar yaratıcılığı engelleyebilir. Bu engeli aşanlar yaratıcı olabilirler. Füruzan, bu engeli aşmakla yetinmemiş, birdenbire zirveye çıkanların hastalıklarına kapılmamıştır. Füruzan 70’li yılların öykücülüğünde bir mucizedir.”
KARİN KARAKAŞLI:
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları. Cemal Süreya’nın emekli aylığını yatırarak Papirüs’ü çıkarmış olması beni çok etkilemiştir. Kapanan dergileri ‘tasfiye nedeniyle kapatılmıştır’ yazan dükkânlara benzetir, hüzünlenirim. Öykü dergileri bir anlamda ‘gayri resmi toplumsal tarih’, ölülerin yad edildiği dosyalardır. Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir.”
DENİZ KESKİN:
“70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur. Füruzan, öykülerinde toplumsal değişimi, toplumsal değişimden kaynaklanan sorunları, bu sorunlar içindeki bireyin varoluşunu bugüne taşır. Dünyadan kaynaklanan haksızlıklar, yoksulluğun yarattığı hayal kırıklıkları, sevgisizlikler; kadın sorunları, kadın duyarlılığı onun öykülerinin temasını oluşturur.”
CELÂL HAFİFBİLEK:
“Hikâye, hikâye anlatmak değildir. Hikâye tüm insanlığın, dünyanın kendisidir, tanığıdır. Sevgimizi, umutlarımızı, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, sevgi çemberi, gurbet havası içinde anlatan öykülerin yazarı Füruzan… Öykü yazmak isteyenlerin, öncelikle Füruzan’ı okumalarını tavsiye ederim.”
Antalya Sanatçılar Derneği’nin düzenlediği Antalya Öykü Günleri’nin sekizincisi 23 Kasım-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Açılış konuşmasını ANSAN Başkanı Cahit Çakcıl’ın yaptığı Öykü Günleri’nin onur konuğu Füruzan idi. Hastalığı nedeniyle Füruzan’ın katılamadığı 8. Antalya Öykü Günleri’nin konukları arasında şu isimler yer aldı: Ahmet Büke, Ahmet Tüzün, Cahit Çakcıl, Celâl Hafifbilek, Deniz Keskin, Kadir Yüksel, Kamile Yılmaz, Narin Karakaşlı, Neşe Karel, Refik Algan, Seray Şahiner.
Üç oturum şeklinde gerçekleştirilen Antalya Öykü Günleri’nde öyküler okundu, Türk öykücülüğünün çeşitli sorunları ele alındı.
Öykü okuyoruz, konuşuyoruz
23 Kasım saat 16.00’da Neşe Karel kendi öyküsünü okudu. Rahatsızlığı nedeniyle uzun süredir Antalyalı sanatçılardan uzak kalan emekli TRT prodüktörü ve yazar Saffet Uysal’ı arkadaşları unutmadı. Saffet Uysal’ın Elifi Bahar adlı kitabından seçilen bir öyküsü arkadaşları tarafından sanatseverlere okundu. 24 Kasım Cumartesi günü saat 13’te Kamile Yılmaz, saat 15.30’da Ahmet Büke, aynı gün saat 17.00’de Nuri Erkal öykülerini okudular.
23 Kasım’daki Nuri Erkal’ın yönettiği ilk oturumda “Öykü Ödüllerinin Edebiyatımızdaki Yeri ve Önemi” tartışıldı. Oturumda Seray Şahiner, Kadir Yüksel ve Refik Algan söz aldı. Seray Şahiner “Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir” derken Kadir Yüksel ödül enflasyonuna değindi: “Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım”. Refik Algan ise “Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir” şeklinde konuştu.
24 Kasım’daki ikinci oturumu Celâl Hafifbilek yönetti. İkinci oturumda Deniz Keskin, Refik Algan ve Seray Şahiner, öykücü Füruzan’ın öykü serüvenini değerlendirdiler.
Deniz Keskin “70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur” derken; Refik Algan, Füruzan’ı “70’li yılların öykücülüğünde bir mucize” olarak değerlendirdi. Seray Şahiner ise Füruzan’ın öykücülüğünü “Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Füruzan’ın öykülerinde gördüm” şeklinde yorumladı.
Öykü günlerinin “Öykü Dergiciliği Canlanıyor mu?” konulu son oturumunu Ahmet Tüzün yönetirken, oturumun konuşmacıları Kadir Yüksel ve Karin Karakaşlı idi.
Kadir Yüksel, öykü dergiciliğinde en büyük sorunun dağıtım olduğuna dikkat çekerken “Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…” dedi.
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları” diyen Karin Karakaşlı şöyle konuştu: “Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir”.
Öykü Yarışması’nda birinci Medine Akın
8. Antalya Öykü Günleri kapsamında her yıl olduğu gibi bu yıl da Antalya Liselerarası Öykü Yarışması yapıldı. “Antalya Liselerarası Öykü Yarışması”nda Karatay Lisesi öğrencisi Medine Akın birinci, Antalya Lisesi öğrencisi Burak Keskin ikinci oldu. Antalya Anadolu Lisesi öğrencisi Nükte Öcal ise aynı yarışmada mansiyon ödülüne layık görüldü. Yarışmanın birincisi Medine Akın’a ödülü ANSAN başkanı Cahit Çakcıl, yarışmanın ikincisi Burak Keskin’e ödülü Deniz Keskin, mansiyon ödülüne layık görülen Nükte Öcal’a ödülü ANSAN Yönetim Kurulu üyesi Taci Alpaslan tarafından, düzenlenen bir törenle verildi.
Ne dediler?
CAHİT ÇAKCIL:
“Yaşamak istediğimiz hayat, olmasını istediğimiz ülke, havasını soluduğumuz kent, yürüdüğümüz sokak bu mu olmalıydı? Bu sorulara cevap arayan her öykü kendi içinde bir dünya, her öykü kitabı içinde dünyalar barındıran bir evrendir.”
NEŞE KAREL:
“Almanya’da kaldığım yıllar aynı zamanda ülkemin dışında kendi başıma kaldığım yıllardı da. Gördüğüm insanların her birinin ayrı bir hikâyesi vardı. Bu hikâyeleri yazmaya karar verdim. Almanya’ya ilk yolculuğumu kara trenle yaptım. Son yolculuğumda bindiğim tren beyazdı, kara trenin çıkardığı acı çığlığı çıkarmıyordu. Almanya’da yazdığım öykülerde bu acı çığlıktan esinler olduğunu sonradan fark ettim.”
SERAY ŞAHİNER:
“Kitabımı oluşturan öyküler bittiğinde 21 yaşındaydım. ‘Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nde dosyam ‘övgüye eğer’ bulunmuştu. O zamana kadar yayınevlerinin önünden geçmeye bile cesaret edemezdim. Kitabım ‘Can Yayınları’ndan çıktı. Kitabımın yayınlanmasında kitap dosyasının ‘dikkate değer’ görülmesi etkili oldu. Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir.”
“Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Fürüzan’ın öykülerinde gördüm.”
KADİR YÜKSEL:
“Batıda olduğu gibi bizde de edebiyatçılar ödüllendirildi. Divan şairleri Sultan’lar, Halk şairleri zenginler tarafından ödüllendirildi. Ödüllendirilenler aynı zamanda cezalandırılabiliyorlardı da. CHP Ödülü alan Attilâ İlhan, CHP tarafından cezalandırıldı. Edebiyatçılar, ‘edebiyat kurumu’ tarafından olduğu gibi, edebiyatın içinde yer aldığı devlet tarafından da ödüllendiriliyor ya da cezalandırılıyor. Ödülleri de cezaları da kaldıralım, işi yapıta bırakalım. Cervantes örneğinde olduğu gibi öldükten sonra ‘ödüllendirilen’ eserlerin olabileceğini bilerek... Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım. Ödülden daha çok ‘yarışma’ sözcüğüne karşıyım. Özendirmenin sonunda sel gidecek kum kalacak. O halde ödül değil metin önemli.”
“Öykü dergilerinden bazıları: Resimli Hikâyeler (1927), Seçilmiş Hikâyeler (1947), Dost, Öykü (1970), Yaba Öykü (1984), Yaşasın Edebiyat (1980), Adam Öykü (1995), Düşler- Öyküler, Fayton Öykü, Üçüncü Öyküler, Kum, Yazın, Kül Öykü, İmge Öyküler, Eylül, Aylak, Hece Öykü….. Çoğunda şiirlere de yer verilen bu dergilerden en uzun ömürlüsü Adam Öykü. Adam Öykü 58 sayı çıktı. Öykü dergiciliğinin en büyük sorunu dağıtım. Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…”
REFİK ALGAN:
“Şiir ve öykü, nitelikli okur gerektiriyor. Bu nedenle okurları az. Edebiyat ödüllerini tartışacak edebiyat eleştirmenlerinin olması gerekiyor. Bizde yazar çok eleştirmen yok. Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir. Medyatik edebiyatla edebiyatı birbirinden ayırmak gerekir. Eleştirmen yerine medya patronlarının sözcüleri varsa buna karşı çıkmak gerekir. ‘Eleştiri kurumu’ eksikliğinden söz etmemiz gerekir. Yazar eleştirmenden ilerde.”
“İki türlü sanatçı var: Bunlardan birincisi doğuştan sanatçı. Mozart gibi. Deha sahipleri, eğitimden geçmek zorundalar. ‘Doğuştan yetenek’ bir kalıba dökülmek zorunda. Entelektüel kaygılar yaratıcılığı engelleyebilir. Bu engeli aşanlar yaratıcı olabilirler. Füruzan, bu engeli aşmakla yetinmemiş, birdenbire zirveye çıkanların hastalıklarına kapılmamıştır. Füruzan 70’li yılların öykücülüğünde bir mucizedir.”
KARİN KARAKAŞLI:
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları. Cemal Süreya’nın emekli aylığını yatırarak Papirüs’ü çıkarmış olması beni çok etkilemiştir. Kapanan dergileri ‘tasfiye nedeniyle kapatılmıştır’ yazan dükkânlara benzetir, hüzünlenirim. Öykü dergileri bir anlamda ‘gayri resmi toplumsal tarih’, ölülerin yad edildiği dosyalardır. Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir.”
DENİZ KESKİN:
“70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur. Füruzan, öykülerinde toplumsal değişimi, toplumsal değişimden kaynaklanan sorunları, bu sorunlar içindeki bireyin varoluşunu bugüne taşır. Dünyadan kaynaklanan haksızlıklar, yoksulluğun yarattığı hayal kırıklıkları, sevgisizlikler; kadın sorunları, kadın duyarlılığı onun öykülerinin temasını oluşturur.”
CELÂL HAFİFBİLEK:
“Hikâye, hikâye anlatmak değildir. Hikâye tüm insanlığın, dünyanın kendisidir, tanığıdır. Sevgimizi, umutlarımızı, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, sevgi çemberi, gurbet havası içinde anlatan öykülerin yazarı Füruzan… Öykü yazmak isteyenlerin, öncelikle Füruzan’ı okumalarını tavsiye ederim.”
22.11.2007
“TTB BEHÇET AYSAN 2007 YILI ŞİİR ÖDÜLÜ SALİH BOLAT’IN !”
Türk Tabipleri Birliği Behçet Aysan 2007 Yılı Şiir Ödülü sahibini buldu. Ödül Seçici Kurulu 6 Kasım 2007 günü yaptığı değerlendirmede, 2007 yılı ödülünün “Kanıt” adlı kitabıyla Salih BOLAT’a verilmesini kararlaştırdı.
Türk Tabipleri Birliği’nin 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Yangınında yitirdiğimiz Şair, Doktor Behçet Aysan anısına verdiği ödülün bu yıl onüçüncüsü veriliyor.
Ödül Seçici Kurulu, Arif Damar, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu’ndan oluşuyor.
Behçet Aysan Şiir Ödül Töreni 13 Aralık 2007 Perşembe günü saat 19:00'da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi (Kenndy Cad. No:4 Kavaklıdere -ANKARA)’nde yapılacaktır.
Kamuoyuna sunulur.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ
Türk Tabipleri Birliği’nin 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Yangınında yitirdiğimiz Şair, Doktor Behçet Aysan anısına verdiği ödülün bu yıl onüçüncüsü veriliyor.
Ödül Seçici Kurulu, Arif Damar, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu’ndan oluşuyor.
Behçet Aysan Şiir Ödül Töreni 13 Aralık 2007 Perşembe günü saat 19:00'da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi (Kenndy Cad. No:4 Kavaklıdere -ANKARA)’nde yapılacaktır.
Kamuoyuna sunulur.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ
20.11.2007
Ahmet Erhan
Otobiyografi
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi
Eve hep geç saatlerde gelen babaların ayakizlerinden
yükselen buğu
Bir toprağın dalına dokunamadığı yerde büyüyen
boşluk
Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının ikide bir
durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi
Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Nereye gideceğini yitirmiş yol, uçurum, dağ, bayır, çöl
Bir kuşun kanadından çıkan kav
Bir kibritin ömrünün bir tek sigarayla sınırlı olması
-Alkol, kendileri seni seviyor
Her el titremesinin bir fotoğrafını çekmeli
yanık masa örtülerinin, kırık bardakların
Günışığında her şeyin, her şeyin görünmesi
Gibi iğrenç, gibi gerçek, gibi anlamsız
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Tökezlemiş söz, suskun türkü, rendelenmiş umut
kırıntısı
Şiir... alkolik bir babadan artakalmış sarışın güz boğuntusu
Çıkılmaz buradan artık diyor bir ses, hiç değilse
kapıları iyice örtün
Soğuk, yalnızlığa özenip girmesin içeri
Gibi sinsi, gibi alaycı, gibi bungun
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Kötümserlik, kusmukların çiçek kalıplarına dökülmüş hali
Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada iş mi bu şimdi
Değişimlerin bir türlü dönüşüme varamadığı yerlerde
Aklımı teğelliyor bir çocuk durup dururken
Göbi çılgınlığa, gibi serseriliğe, gibi ölüme
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Parmak damgasının mülkiyete yettiği bir çağda
Yüreğini kağıtlara basmanın bedeli
Damarlara dolan toprak kokusunun hep ölümü çağrıştırdığı
Yaşamın konuşulan en eski lehçesi
Gibi okunmayan, gibi tozlu, gibi gülünç
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Diklendikçe kendi rüzgarından başı dönen gurur
Yürüdükçe yollardan pencerelere yükselen buhur
Çok şey görmüş geçirmişsin biliyorlar
Gibi ölüm, gibi aşk, gibi şiir
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Akdeniz 1958.1.72.60 kg. evli, karısı hamile. iki paket
sigara. sabah dokuz akşam yedi. -sahi ne vardı başka?
Evet, diyorlar ve ekliyorlar:
Önüne geleni öpme isteğiyle dolu bir insancıllık
Sonunda götürse götürse çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi şeyda
Ve keçeuçlu bir kalemle yazıyorlar:
Doğacak çocuğuna ad düşünen nihilizm
Sabahın alacakaranlığında bir uçurum önünde
bekleyen dirim
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar.
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi
Eve hep geç saatlerde gelen babaların ayakizlerinden
yükselen buğu
Bir toprağın dalına dokunamadığı yerde büyüyen
boşluk
Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının ikide bir
durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi
Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Nereye gideceğini yitirmiş yol, uçurum, dağ, bayır, çöl
Bir kuşun kanadından çıkan kav
Bir kibritin ömrünün bir tek sigarayla sınırlı olması
-Alkol, kendileri seni seviyor
Her el titremesinin bir fotoğrafını çekmeli
yanık masa örtülerinin, kırık bardakların
Günışığında her şeyin, her şeyin görünmesi
Gibi iğrenç, gibi gerçek, gibi anlamsız
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Tökezlemiş söz, suskun türkü, rendelenmiş umut
kırıntısı
Şiir... alkolik bir babadan artakalmış sarışın güz boğuntusu
Çıkılmaz buradan artık diyor bir ses, hiç değilse
kapıları iyice örtün
Soğuk, yalnızlığa özenip girmesin içeri
Gibi sinsi, gibi alaycı, gibi bungun
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Kötümserlik, kusmukların çiçek kalıplarına dökülmüş hali
Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada iş mi bu şimdi
Değişimlerin bir türlü dönüşüme varamadığı yerlerde
Aklımı teğelliyor bir çocuk durup dururken
Göbi çılgınlığa, gibi serseriliğe, gibi ölüme
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Parmak damgasının mülkiyete yettiği bir çağda
Yüreğini kağıtlara basmanın bedeli
Damarlara dolan toprak kokusunun hep ölümü çağrıştırdığı
Yaşamın konuşulan en eski lehçesi
Gibi okunmayan, gibi tozlu, gibi gülünç
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Diklendikçe kendi rüzgarından başı dönen gurur
Yürüdükçe yollardan pencerelere yükselen buhur
Çok şey görmüş geçirmişsin biliyorlar
Gibi ölüm, gibi aşk, gibi şiir
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Akdeniz 1958.1.72.60 kg. evli, karısı hamile. iki paket
sigara. sabah dokuz akşam yedi. -sahi ne vardı başka?
Evet, diyorlar ve ekliyorlar:
Önüne geleni öpme isteğiyle dolu bir insancıllık
Sonunda götürse götürse çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi şeyda
Ve keçeuçlu bir kalemle yazıyorlar:
Doğacak çocuğuna ad düşünen nihilizm
Sabahın alacakaranlığında bir uçurum önünde
bekleyen dirim
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar.
11.11.2007
Selim Temo
BAŞKA
sesinizde yalnızlık mı, orman mı
bana biraz benden bahsetseniz
serçeler uyanmadı daha
biraz daha gitmeseniz
kendime bulduğum adları söyleyemem
bir sokak vardı ama uzun bir sokak
ben size gelmiştim, ona akşam dediler
kurmalı bir saatin günahını alarak
bana ölüm çıktı, yaklaştım ona, öptüm
ağzımda yırtık bir geçmiş, yara, tuz
ben ölüm dedikçe evim oluyor
biraz da siz demeyin n’olursunuz
geçtim kedili eşiklerden, -hoş geldiniz ey acı
kapısız evlerden gelmişsiniz, buyrun susun
demek küçük yangınlara alışkın bu çocukluk
hep ardından gidecek o bomboş ruhun
o zaman pencereden sarkın akşam oluyor
bir köprü bir treni geçiyor ansızın
kulağımda bir ses, ama nedir söyleyemem
belki anısıdır yalan bir sözün
“Sincan İstasyonu”
Sayı:1, Eylül 2007
sesinizde yalnızlık mı, orman mı
bana biraz benden bahsetseniz
serçeler uyanmadı daha
biraz daha gitmeseniz
kendime bulduğum adları söyleyemem
bir sokak vardı ama uzun bir sokak
ben size gelmiştim, ona akşam dediler
kurmalı bir saatin günahını alarak
bana ölüm çıktı, yaklaştım ona, öptüm
ağzımda yırtık bir geçmiş, yara, tuz
ben ölüm dedikçe evim oluyor
biraz da siz demeyin n’olursunuz
geçtim kedili eşiklerden, -hoş geldiniz ey acı
kapısız evlerden gelmişsiniz, buyrun susun
demek küçük yangınlara alışkın bu çocukluk
hep ardından gidecek o bomboş ruhun
o zaman pencereden sarkın akşam oluyor
bir köprü bir treni geçiyor ansızın
kulağımda bir ses, ama nedir söyleyemem
belki anısıdır yalan bir sözün
“Sincan İstasyonu”
Sayı:1, Eylül 2007
10.11.2007
Arif Coşkun
1928'de Antakya'da doğdu.
Şair. Antakya Lisesi’nde okudu. Ancak, ortaöğrenimini tamamlayamadı. Defne Hidroelektrik Birliğinde uzun süre çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Varlık, Güneyde Kültür, Yelken, Ataç ve Yeditepe dergilerinde yayımladığı şiirleri ile tanındı.
Yapıtlarından bazıları: Günah Dağları (1962), Uzay Gölü (1964) Ateş Hattı (1966), Taş Kilim (1969), Çıkınımda Anadolu (1972), Barışın Kuyumcuları (1978).
Tel Koptu
Kopan telefon telleri lesinde
Düsünüyorum
Hem evet
Hem hayir
Çözemiyorum dügüm üstüne dügüm
Sularin aydinliginda
Açmis nilüferi ben sanmistim
Kopan iki uçta gurur ve kan
Sikismis iki yürek
Saniyede ne çok sinyal aliyorum ve
veriyorum
Kopan tellerde ne çok orkide
karanfil ölüsü
Arif Coskun
Şair. Antakya Lisesi’nde okudu. Ancak, ortaöğrenimini tamamlayamadı. Defne Hidroelektrik Birliğinde uzun süre çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Varlık, Güneyde Kültür, Yelken, Ataç ve Yeditepe dergilerinde yayımladığı şiirleri ile tanındı.
Yapıtlarından bazıları: Günah Dağları (1962), Uzay Gölü (1964) Ateş Hattı (1966), Taş Kilim (1969), Çıkınımda Anadolu (1972), Barışın Kuyumcuları (1978).
Tel Koptu
Kopan telefon telleri lesinde
Düsünüyorum
Hem evet
Hem hayir
Çözemiyorum dügüm üstüne dügüm
Sularin aydinliginda
Açmis nilüferi ben sanmistim
Kopan iki uçta gurur ve kan
Sikismis iki yürek
Saniyede ne çok sinyal aliyorum ve
veriyorum
Kopan tellerde ne çok orkide
karanfil ölüsü
Arif Coskun
8.11.2007
2008 Orhan Kemal Roman Armağanı
Orhan Kemal Kültür ve Sanat Merkezi tarafından düzenlenen "2008 Yılı Orhan Kemal Roman Armağanı" için başvuru süresi başladı.
Orhan Kemal Kültür Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, "Orhan Kemal Roman Armağanı" 2007 yılı içerisinde yayınlanmış tüm romanlara açık. “Orhan Kemal Roman Armağanı'na katılmak isteyen yayınevleri "Orhan Kemal Roman Armağanı Genel Sekreterliğine" katılım yazısıyla birlikte 10 adet kitap göndermeleri gerekiyor. 35 yıldır düzenlenen "Orhan Kemal Roman Armağanı"nın Seçiciler Kurulu şu isimlerden oluşuyor :
"Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Semih Gümüş, Adnan Binyazar, Refik Durbaş ve A. Kemali Ögütçü"
Orhan Kemal Roman Armağanı için son başvuru tarihi ise 15 Ocak 2008 olarak belirlendi.
Geçen yıl Seçiciler Kurulu, oy birliğiyle Hıfzı Topuz’un ‘Başın Öne Eğilmesin’ romanını ödüle değer bulmuştu.
Orhan Kemal Kültür Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, "Orhan Kemal Roman Armağanı" 2007 yılı içerisinde yayınlanmış tüm romanlara açık. “Orhan Kemal Roman Armağanı'na katılmak isteyen yayınevleri "Orhan Kemal Roman Armağanı Genel Sekreterliğine" katılım yazısıyla birlikte 10 adet kitap göndermeleri gerekiyor. 35 yıldır düzenlenen "Orhan Kemal Roman Armağanı"nın Seçiciler Kurulu şu isimlerden oluşuyor :
"Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Semih Gümüş, Adnan Binyazar, Refik Durbaş ve A. Kemali Ögütçü"
Orhan Kemal Roman Armağanı için son başvuru tarihi ise 15 Ocak 2008 olarak belirlendi.
Geçen yıl Seçiciler Kurulu, oy birliğiyle Hıfzı Topuz’un ‘Başın Öne Eğilmesin’ romanını ödüle değer bulmuştu.
6.11.2007
“forumedebiyat” Sitesi Yayında…
www.forumedebiyat.com
Aziz Yavuzdoğan, yazmayı sevenleri bu sitede buluşturuyor…
Karikatürist Aziz Yavuzdoğan’ın yönetiminde açılan forum sitesinde katılımcılar, edebiyatla ve günlük hayatla ilgili düşüncelerini, yazılarını paylaşıyorlar…
Necati Güngör, Cihan Demirci, Akdağ Saydut, Mustafa Bilgin ve Tekin Ergun’dan oluşan güçlü bir yazar kadrosuyla pazartesi günü yayına başlayan “forumedebiyat” sitesi ilk iki gün içinde büyük ilgi gördü…
Aziz Yavuzdoğan, yazmayı sevenleri bu sitede buluşturuyor…
Karikatürist Aziz Yavuzdoğan’ın yönetiminde açılan forum sitesinde katılımcılar, edebiyatla ve günlük hayatla ilgili düşüncelerini, yazılarını paylaşıyorlar…
Necati Güngör, Cihan Demirci, Akdağ Saydut, Mustafa Bilgin ve Tekin Ergun’dan oluşan güçlü bir yazar kadrosuyla pazartesi günü yayına başlayan “forumedebiyat” sitesi ilk iki gün içinde büyük ilgi gördü…
Akatalpa
AKATALPA, ŞİİR AĞIRLIKLI AYLıK EDEBİYAT DERGİSİ
Kasım 2007, İçindekiler:
Yazar ve Şair isimleri:
Ömer Aksoy
Süreyya Barutçu
Mitat Çelik
Ramis Dara
Nuri Demirci
Melih Elal
Gültekin Emre
Ali Eryüksel
Hilmi Haşal
Mustafa Ergin Kılıç
Serdar Ünver
İhsan Üren
İrfan Yıldız
------------------
Yayın Yönetmeni : Ramis DARA
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü : Melih ELAL
Yönetim Yeri : Melih ELAL, Barış Mh. Adalet Sk. Adaletkent Sitesi H Bl. D:3 16140 Nilüfer - BURSA
Yayın Danışmanları :
İhsan ÜREN, Hilmi HAŞAL,
Serdar ÜNVER, Nuri DEMİRCİ
Yazışma Adresi : Ramis DARA P.K. 68 16361 Ulucami - BURSA
Katkı Payı : 15 YTL (15.000.000 TL)
Posta Çeki : Hilmi HAŞAL adına 584893 numaralı hesap
Elektronik Posta :
akatalpa@hotmail.com
Kasım 2007, İçindekiler:
Yazar ve Şair isimleri:
Ömer Aksoy
Süreyya Barutçu
Mitat Çelik
Ramis Dara
Nuri Demirci
Melih Elal
Gültekin Emre
Ali Eryüksel
Hilmi Haşal
Mustafa Ergin Kılıç
Serdar Ünver
İhsan Üren
İrfan Yıldız
------------------
Yayın Yönetmeni : Ramis DARA
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü : Melih ELAL
Yönetim Yeri : Melih ELAL, Barış Mh. Adalet Sk. Adaletkent Sitesi H Bl. D:3 16140 Nilüfer - BURSA
Yayın Danışmanları :
İhsan ÜREN, Hilmi HAŞAL,
Serdar ÜNVER, Nuri DEMİRCİ
Yazışma Adresi : Ramis DARA P.K. 68 16361 Ulucami - BURSA
Katkı Payı : 15 YTL (15.000.000 TL)
Posta Çeki : Hilmi HAŞAL adına 584893 numaralı hesap
Elektronik Posta :
akatalpa@hotmail.com
4.11.2007
Hatay Amatör Sanatçılar Derneği (HASAD)
Arapça tiyatro oyunuyla seyircinin karşısına çıkarak Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren, bu başarısından sonra üç ayrı ülkede bu oyunu sahneye koyan Hatay Amatör Sanatçılar Derneği (HASAD), sanat çalışmalarına yeni adresinde devam edecek.
Kurtuluş caddesi Döner sokakta, Saklı Ev’in hemen karşısında yer alan tarihi bir Antakya evini kiralayan ve çalışmalarına burada devam edecek olan HASAD başkan ve üyeleri tiyatro sanatçıları, kolları sıvadı, mekanı elden geçirdi ve önceki gün gerçekleştirilen etkinlikle yeni binalarının resmi açılışını gerçekleştirdi.
Dernek binasının açılışını MKÜ Rektörü Şerafettin Canda ile Armutlu Mahallesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı …….. Nurlu yaptı.
Rektör Canda, açılışta yaptığı konuşmada, HASAD’ın yeni yerinde büyük projelere imza atacağına inandığını söyledi, başarılarının devamını diledi, sanatın ve sanatçının önemine dikkat çekti.
HASAD başkanı Sedat Doğan da yaptığı konuşmada, derneklerinin yeni yerinde bu açılış gününde kendilerini yalnız bırakmayan konuklara teşekkür etti ve şunları dile getirdi: “Bizler Hatay Amatör Sanatçılar Derneği olarak istedik ki, sanatın çeşitli alanlarında etkinlikler yapabileceğimiz, sanatseverlerle buluşabileceğimiz ve üretim yapabileceğimiz bir yerimiz olsun. Amacımız başta Antakya olmak üzere bölgemizde sanatsal faaliyetler ile adını duyuran bir dernek olabilmek. Yapacağımız çeşitli sanatsal etkinlikler ile 7’den 77’ye her kesimi hayatın karmaşasından biraz olsun uzaklaştırarak sanatla nefes almalarını sağlamak. Yaklaşık 10 yıldır faaliyette olan derneğimiz yeni yerine taşınmakla yeni bir oluşumun içine girmiş bulunuyor. Bu oluşumda ki hedefimiz toplum adına daha çok üretmek, sanatsal faaliyetlerle adımızı daha çok duyurmak ve belki de en önemlisi toplumda sanatsever bireylerin yetişmesine önem verip destek olmak. İnanıyoruz ki ne kadar çok insanımızı sanatın herhangi bir dalı ile buluşturursak toplum da o derece gelişir, güzelleşir ve çağdaş bir toplum olma yolunda ilerler. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir deyişine yürekten inanıyor ve hepinizin katkısı ile hayat damarımızın kopmaması adına açılışımıza katılarak verdiğiniz desteğe şükranlarımı sunar sanat dolu yarınlar dilerim.”
Başarılı oyuncu ve tiyatro yönetmeni Vecdi Koçak da açılışta yaptığı konuşmada, Sanatçıların mutluluk ve kardeşlik dağıttığını söyledi, HASAD’ın da gittikçe büyüyen çizgisiyle, insanların kardeşçe mutlu olması için çaba sarf edeceğini vurguladı.
Kurtuluş caddesi Döner sokakta, Saklı Ev’in hemen karşısında yer alan tarihi bir Antakya evini kiralayan ve çalışmalarına burada devam edecek olan HASAD başkan ve üyeleri tiyatro sanatçıları, kolları sıvadı, mekanı elden geçirdi ve önceki gün gerçekleştirilen etkinlikle yeni binalarının resmi açılışını gerçekleştirdi.
Dernek binasının açılışını MKÜ Rektörü Şerafettin Canda ile Armutlu Mahallesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı …….. Nurlu yaptı.
Rektör Canda, açılışta yaptığı konuşmada, HASAD’ın yeni yerinde büyük projelere imza atacağına inandığını söyledi, başarılarının devamını diledi, sanatın ve sanatçının önemine dikkat çekti.
HASAD başkanı Sedat Doğan da yaptığı konuşmada, derneklerinin yeni yerinde bu açılış gününde kendilerini yalnız bırakmayan konuklara teşekkür etti ve şunları dile getirdi: “Bizler Hatay Amatör Sanatçılar Derneği olarak istedik ki, sanatın çeşitli alanlarında etkinlikler yapabileceğimiz, sanatseverlerle buluşabileceğimiz ve üretim yapabileceğimiz bir yerimiz olsun. Amacımız başta Antakya olmak üzere bölgemizde sanatsal faaliyetler ile adını duyuran bir dernek olabilmek. Yapacağımız çeşitli sanatsal etkinlikler ile 7’den 77’ye her kesimi hayatın karmaşasından biraz olsun uzaklaştırarak sanatla nefes almalarını sağlamak. Yaklaşık 10 yıldır faaliyette olan derneğimiz yeni yerine taşınmakla yeni bir oluşumun içine girmiş bulunuyor. Bu oluşumda ki hedefimiz toplum adına daha çok üretmek, sanatsal faaliyetlerle adımızı daha çok duyurmak ve belki de en önemlisi toplumda sanatsever bireylerin yetişmesine önem verip destek olmak. İnanıyoruz ki ne kadar çok insanımızı sanatın herhangi bir dalı ile buluşturursak toplum da o derece gelişir, güzelleşir ve çağdaş bir toplum olma yolunda ilerler. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir deyişine yürekten inanıyor ve hepinizin katkısı ile hayat damarımızın kopmaması adına açılışımıza katılarak verdiğiniz desteğe şükranlarımı sunar sanat dolu yarınlar dilerim.”
Başarılı oyuncu ve tiyatro yönetmeni Vecdi Koçak da açılışta yaptığı konuşmada, Sanatçıların mutluluk ve kardeşlik dağıttığını söyledi, HASAD’ın da gittikçe büyüyen çizgisiyle, insanların kardeşçe mutlu olması için çaba sarf edeceğini vurguladı.
3.11.2007
İ.Deniz Aslan
Eksik Bir
ıslandığımda
ağırlaştım bir ağaç gibi
hayal düştü aklıma kara kara,
kuşluklarda..
ıslandığımda
çiçeklerin nehir kokusu dağıldı
şeytan yüzüne çaldı rengi bulutların
yürüdüm sinsi adımlarıyla
buhurun kalbimdeki tortusunu
ceset bahşeden feryadını gördüm tanrıların
ıslandığımda
taşların arasından sızan
sesini duydum..
ağır ağır kapı aralığıma kadar
geldi, gece, gitmek için
beklemedim..
anlamın kayboldum içinde
mezarına kuşlar kondu annemin
anladım, kayboldun içimde..
"Dize" Eylül 2007
ıslandığımda
ağırlaştım bir ağaç gibi
hayal düştü aklıma kara kara,
kuşluklarda..
ıslandığımda
çiçeklerin nehir kokusu dağıldı
şeytan yüzüne çaldı rengi bulutların
yürüdüm sinsi adımlarıyla
buhurun kalbimdeki tortusunu
ceset bahşeden feryadını gördüm tanrıların
ıslandığımda
taşların arasından sızan
sesini duydum..
ağır ağır kapı aralığıma kadar
geldi, gece, gitmek için
beklemedim..
anlamın kayboldum içinde
mezarına kuşlar kondu annemin
anladım, kayboldun içimde..
"Dize" Eylül 2007
Salih Mercanoğlu
Nijinsky
yıldız parıltısını esirgedi benden
bir dağ eteğinde ellerim karın üstünde
o an ölümün yaklaştığını gördüm
acı çığlığımı güçsüzlüğüm duydu sadece.
çünkü kutsandım; hem felsefe
tanrı istedi diye beni derviş,
beni bilge eylemedi mi cümle aleme?
yitik bellek, tanrı’nın titrek yaprağı
kop dalından düş zamanın ağır göğsüne.
şimdi ipek kravata damlıyor gözyaşım
sızıyor bir dilencinin arsız avucuna
beni anlayan ağaca şükür, yaratan uçuruma
gidip geliyor aşk, tanrısız bir pars
gibi dans ederek sokuldukça gövdeme.
biri ağlasa ona öykündüğümü bilir gök
yeryüzü sınırların tarihidir der: çevir yüzünü
bak bana, aradığın sonsuzluk öyleyse
ve sonsuzluk bir parça aşk, görürsün onu
yanıma gel yarasalar gözlerinden çekilince.
çünkü tanrı da deli: yoksa yaratıp
izler miydi böyle sayrıl bir âlemi
ey çelişki, ikonalara konmuş güvercin!
ne olur biraz sevgi başka ne isteyim
neyleyim dilim donmuş, ellerim karın üstünde.
“Akatalpa” Ekim 2007
yıldız parıltısını esirgedi benden
bir dağ eteğinde ellerim karın üstünde
o an ölümün yaklaştığını gördüm
acı çığlığımı güçsüzlüğüm duydu sadece.
çünkü kutsandım; hem felsefe
tanrı istedi diye beni derviş,
beni bilge eylemedi mi cümle aleme?
yitik bellek, tanrı’nın titrek yaprağı
kop dalından düş zamanın ağır göğsüne.
şimdi ipek kravata damlıyor gözyaşım
sızıyor bir dilencinin arsız avucuna
beni anlayan ağaca şükür, yaratan uçuruma
gidip geliyor aşk, tanrısız bir pars
gibi dans ederek sokuldukça gövdeme.
biri ağlasa ona öykündüğümü bilir gök
yeryüzü sınırların tarihidir der: çevir yüzünü
bak bana, aradığın sonsuzluk öyleyse
ve sonsuzluk bir parça aşk, görürsün onu
yanıma gel yarasalar gözlerinden çekilince.
çünkü tanrı da deli: yoksa yaratıp
izler miydi böyle sayrıl bir âlemi
ey çelişki, ikonalara konmuş güvercin!
ne olur biraz sevgi başka ne isteyim
neyleyim dilim donmuş, ellerim karın üstünde.
“Akatalpa” Ekim 2007
Murathan Çarboğa
İçimdeki Ceset
------------------------------“Çocuk ölümleri için, yas ile…”
“Adam uyandığında kadın yere yatmıştı.Gökyüzüne bakıyordu. Çocuk yanında duruyordu. Onu da bluzuna sarmıştı.
“Ne oldu?” diye sordu adam.
Kadın hiç kımıldanmadı. “Çocuk öldü.” diye cevap verdi. Adam yerinden fırladı. “Öldü mü?” dedi adam. “Demek öldü?!”
“Sen uyuduğun sırada o öldü” dedi kadın.
“Neden beni uyandırmadın?”
“Neden seni uyandırayım ki” diye sordu kadın.”
WOLFDİETRİCH SCHNURRE
(Kaçarken)
ağacın şarkısı bu: akşamdan ürken rüzgâr ve çıkrık iniltileri, susamış
hayâlin izinde.yapraklar arasında ürperen unutuş, sabah olmayacak
korkusu kuşların soluğunda. çocuğun kıyılarına vuran uğultu; uzakta,
günlerin ölüsü üzerine kırılıp düşen huzur… boğulmuş bahçeleri
biriktiren manzara…yalnızlığın şarkısı bu: mecbursun yazgına…
oyunların dışında kaldı suskunluğum, paylaşıldı bilyeler, sokaklar
sobelendi, saklandığım yerde unutuldum. eşiklere sığınıp beklemek
hayatın anımsayan yüzünü, küfretmek, düşlerin terkisinde koşturmak
top peşinde ve susayıp ağız dayamak komşu çeşmelere… pencere
camlarına yapışmış her çocuk kederin mührünü taşır gözlerinde.
ceviz ağaçlarının altında yağmuru bekleyen sevinç, karanlığa duman
olan babanın hüznü, buğusu tüten bir ceset taşıyorum işte, yenildim.
şiire sarılan çocuğun müntehir düşleri ufalanıyor ellerimde, duâlarla
ana rahmine bağışlanmış umut tükendi artık. söz verilmiş kurbanların
arzulu kanı sızıyor boğazımdan, çürüyor saçlarımı saklayan sandık.
kardeşlerimin çocuk gözleri kara kara bakıyor hâlâ, babam gün aşırı
ölüyor yeniden. kapanan kapıların kalbime çakılan sesi ve duâlar,
isyanı müjdeleyen duvar. aynalara çarpıyor yarım kalmış sözler,
babam yüzümde susuyor, yaşlanıyor inancım. şiirin bataklığında
kaybolmak sessizce ve unutmak mutsuzluğu, yanıldım!.. yanıldım…
zaman ilerliyor çarparak meridyenlere, çoğalıyor içimdeki ceset,
ölü çocuklar topluyor yelkovan yeryüzünün enlemlerince. açlığın
usta hançeri ve kurşun ırmakları dağıtıyor bilyeleri. kan lekeleri
bez bebeklerin eteğinde, cehennem ateşleri… gökyüzüne koşuyor
çalınmış şarkılar, iki adımlık mezarlar yarılıyor toprağın sızılı etine…
rüzgârla konuşacak sözcüklerim yok artık, tenhaya yürüyen ıslak
bir köpek gençliğim. camlardan yansıyan hayâlim su veriyor kederin
ışıksız çiçeğine, yenildim. şapkamdan çıkan imgeler uçup gitti
sökülmüş bahçelere, oyunların dışında kaldım yine, ölümü beklemeliyim…
Taflan Şiir Dergisi
Ekim-Aralık 2007
------------------------------“Çocuk ölümleri için, yas ile…”
“Adam uyandığında kadın yere yatmıştı.Gökyüzüne bakıyordu. Çocuk yanında duruyordu. Onu da bluzuna sarmıştı.
“Ne oldu?” diye sordu adam.
Kadın hiç kımıldanmadı. “Çocuk öldü.” diye cevap verdi. Adam yerinden fırladı. “Öldü mü?” dedi adam. “Demek öldü?!”
“Sen uyuduğun sırada o öldü” dedi kadın.
“Neden beni uyandırmadın?”
“Neden seni uyandırayım ki” diye sordu kadın.”
WOLFDİETRİCH SCHNURRE
(Kaçarken)
ağacın şarkısı bu: akşamdan ürken rüzgâr ve çıkrık iniltileri, susamış
hayâlin izinde.yapraklar arasında ürperen unutuş, sabah olmayacak
korkusu kuşların soluğunda. çocuğun kıyılarına vuran uğultu; uzakta,
günlerin ölüsü üzerine kırılıp düşen huzur… boğulmuş bahçeleri
biriktiren manzara…yalnızlığın şarkısı bu: mecbursun yazgına…
oyunların dışında kaldı suskunluğum, paylaşıldı bilyeler, sokaklar
sobelendi, saklandığım yerde unutuldum. eşiklere sığınıp beklemek
hayatın anımsayan yüzünü, küfretmek, düşlerin terkisinde koşturmak
top peşinde ve susayıp ağız dayamak komşu çeşmelere… pencere
camlarına yapışmış her çocuk kederin mührünü taşır gözlerinde.
ceviz ağaçlarının altında yağmuru bekleyen sevinç, karanlığa duman
olan babanın hüznü, buğusu tüten bir ceset taşıyorum işte, yenildim.
şiire sarılan çocuğun müntehir düşleri ufalanıyor ellerimde, duâlarla
ana rahmine bağışlanmış umut tükendi artık. söz verilmiş kurbanların
arzulu kanı sızıyor boğazımdan, çürüyor saçlarımı saklayan sandık.
kardeşlerimin çocuk gözleri kara kara bakıyor hâlâ, babam gün aşırı
ölüyor yeniden. kapanan kapıların kalbime çakılan sesi ve duâlar,
isyanı müjdeleyen duvar. aynalara çarpıyor yarım kalmış sözler,
babam yüzümde susuyor, yaşlanıyor inancım. şiirin bataklığında
kaybolmak sessizce ve unutmak mutsuzluğu, yanıldım!.. yanıldım…
zaman ilerliyor çarparak meridyenlere, çoğalıyor içimdeki ceset,
ölü çocuklar topluyor yelkovan yeryüzünün enlemlerince. açlığın
usta hançeri ve kurşun ırmakları dağıtıyor bilyeleri. kan lekeleri
bez bebeklerin eteğinde, cehennem ateşleri… gökyüzüne koşuyor
çalınmış şarkılar, iki adımlık mezarlar yarılıyor toprağın sızılı etine…
rüzgârla konuşacak sözcüklerim yok artık, tenhaya yürüyen ıslak
bir köpek gençliğim. camlardan yansıyan hayâlim su veriyor kederin
ışıksız çiçeğine, yenildim. şapkamdan çıkan imgeler uçup gitti
sökülmüş bahçelere, oyunların dışında kaldım yine, ölümü beklemeliyim…
Taflan Şiir Dergisi
Ekim-Aralık 2007
Nilgün Marmara (1958-1987)
Kuğu Ezgisi
Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
Büyüsünü bir içtenlikten alırsa
Kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!
"Yazılıkaya" Ekim 2007
Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
Büyüsünü bir içtenlikten alırsa
Kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!
"Yazılıkaya" Ekim 2007
Bâki Ayhan T.
Taşınma Sonrası
insan ille de doğduğu yere benzemez ya!
hiçbir yere benzemiyorum
hiçbir yer bana
bir şey söylemiyor taşınma sonrası
hırçın odalarda
geçmişten silkinen dağınık masa
kadifeyi kışkırtan sessizlik
lambayı kısan zaman
eşyaları uzaklaştıran
hiçbir şey bana
pencere yerinde duruyor: dursun
ama rüzgâr şaşırtıcı
alıp götürmüş pencerenin kanatlarını
kuşların boşluklara bakıp bakıp
çığlığından anlıyorum
ruhumun kanadığını
kırılan gurur
çatlayan kemik
nasıl iyileşirse yavaş
öyle yürüyorum hayata
hiçkimseye benzemeyişimden
ve benzemeyişinden
hiçkimsenin bana
“yeniyazı”sayı:1
insan ille de doğduğu yere benzemez ya!
hiçbir yere benzemiyorum
hiçbir yer bana
bir şey söylemiyor taşınma sonrası
hırçın odalarda
geçmişten silkinen dağınık masa
kadifeyi kışkırtan sessizlik
lambayı kısan zaman
eşyaları uzaklaştıran
hiçbir şey bana
pencere yerinde duruyor: dursun
ama rüzgâr şaşırtıcı
alıp götürmüş pencerenin kanatlarını
kuşların boşluklara bakıp bakıp
çığlığından anlıyorum
ruhumun kanadığını
kırılan gurur
çatlayan kemik
nasıl iyileşirse yavaş
öyle yürüyorum hayata
hiçkimseye benzemeyişimden
ve benzemeyişinden
hiçkimsenin bana
“yeniyazı”sayı:1
Gonca Özmen
Böyle Rüzgarlar
Böyle şeyler oluyor işte böyle rüzgarlar
Bu güz balkonu beni çağırıyor
Neyi dağıtıyor elin akşamda
Ben saçlarımı topluyorum ırmakları da
Sonra gidip bir şiirin önünde soyunuyorum
Bir çocuğu öpüyorum adı sevişmek oluyor
Her şey bizden ayrı
Her şey biz varken yan yana oluyor
Bu oluşa biraz keder ekliyorum
Ellerinde bir ağaç
Ellerinde telaşlı bir ağaca bakıyorum
Mutluluk bir açılıyor kapanıyor sonra
Sen oturup şeftali yiyorsun
Otlar diyorum yürüyor görmüyorsun
Sıkıntılı bir yağmur geçiyor pencerelerden
Kendime sesleniyorum ses vermiyor
Ah sevgilim aramızda bir iğne
Beni sana dikiyor
"Kitap-lık"
Böyle şeyler oluyor işte böyle rüzgarlar
Bu güz balkonu beni çağırıyor
Neyi dağıtıyor elin akşamda
Ben saçlarımı topluyorum ırmakları da
Sonra gidip bir şiirin önünde soyunuyorum
Bir çocuğu öpüyorum adı sevişmek oluyor
Her şey bizden ayrı
Her şey biz varken yan yana oluyor
Bu oluşa biraz keder ekliyorum
Ellerinde bir ağaç
Ellerinde telaşlı bir ağaca bakıyorum
Mutluluk bir açılıyor kapanıyor sonra
Sen oturup şeftali yiyorsun
Otlar diyorum yürüyor görmüyorsun
Sıkıntılı bir yağmur geçiyor pencerelerden
Kendime sesleniyorum ses vermiyor
Ah sevgilim aramızda bir iğne
Beni sana dikiyor
"Kitap-lık"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)