HARAKİRİ
“Bizi oyuncak sansın bundan sonrakiler”
Hüseyin Peker
I.
Hurdalarınızın ayarlarıyla oynamayınız
son kullanma tarihini geçmemiş olabilir
geçse de gam değil asıl son kullanma tarihinden
sonradır ki gelişi güzel hiçbir şeyi atmayınız
Çöp Hüseyin gelir şöyle bir dokunur iletkenliğinize
takır takır ayırır bakırını demirini
tensel bir şiirin işlekliğine
şaşırır kalır yalapşap yalıtkanlığınız
Çöp Hüseyin gelir birazdan, bir göz bırakır gider
Hani sizin şu gelişi güzel silkelediğiniz anılar
birden can suyuna kavuşur ve hiç yaşanılmamışa değer
Örneğin sinema dönüşlerinde dağılan zamanı
gül kurusu şarkılarla çerçeveletir
Bu yüzden mehtaplı gecelerin uyaklı kol düğmelerini
özenle saklayınız
ilk öpücüğün mahcubiyetiyle durmalı hayatın pembeliği
Hangi delikten mi çıkar, orasını kesin bilemem
Siz yine kevgir gibi düşünün İzmir’i.. bir şiir geçimi
her an her yerden düşebilir varoşları peşine takarak
poşetkuşlar uçuşurken kaldırımlarda
meydan okuyarak kırığına çıkığına
bir ağaç parmak kaldırsa önce o görür
Bir sokak köpeğinin tekmelendikten sonra içine
gömülen viyaklığı
belki desibelinizden küçüktür ama Çöp Hüseyin duyar
Yazdığını ortalık yerlerde bedavaya oynayan palyaço
bakir bir gülümseme bırakır gerginliğinize
Tek öğünlük köfte ekmek arası gibi bir şey
boğaz tokluğuna atlar sakındığınız her çukura
Gece görüşü de fena sayılmaz hani
kirpiğinden tanır karanlıkta hışırdayanı Bıçakçı ruhuyla
sabıka kayıtlarından geçerek Eşrefpaşa’nın
işportaya çıkar Kemeraltı’na
Havı dökülmüş Basmane’yle kurular bıçkın terini
Çayını karıştıra karıştıra iner Varyant’tan
Konak limanında bir anaç zamandır ki
geleni geçer basar bağrına
Eee, Çöp Hüseyin’dir bu, kolay değil
bir tek rengini heba etmez hayatın cilveleriyle
tatlandırılmış
kimsiz kimsesiz boyama ustası, hüznü boyunu aşsa da
rasgele bir yaprak çeker eski takvimlerden
derbeder köşelerinize ulaşmaya çalışır
II.
Kente ıssız bir ada gelmiş diyorlar
ıssız mı ıssız,
cangılları ilk kez insana değiyor
Robenson’unu alıp götürecek...
Bunca gürültü patırtıdan sonra...
Koordinatlarını unutmuş.. bir koşu gidip dönecek
Acele etmeyiniz, ölüyoruz şunun şurasında
Üstü kalsın! diyeni de itip kakmıştınız böyle
O zaten uslanmaz uçurum delisiydi
boşluktan gelip boşluğa gitti
Çöp Hüseyin de hazır, gözünüz aydın
hesapsız bir ayrılıkla vurgunu yedi
Gitmeye geciktikçe oyuncağa dönüşen
cafcaflı bir intihar haberi nasıl süslerse egonuzu
her şey umduğunuz gibi olacak merak etmeyin
Ölü Suyu’ndan Kemik Unu’na her şey hazır dünden
Nişan Tahtası çoktan çürüdü
Merak etmeyin, hatta kalınız
ilk fırsatta uçururlar haberi
Yer Bezinden Bir Köle işini bilir
dilediğiniz gibi bitirir filmin sonunu:
Tek Vuruş’luk harakiri!..
27.12.2007
21.12.2007
Mehmet Güleryüz
Şairler de Uçar Ama Görünmez Kanatları
Bak ne demiş koca dedem
Varsıllık görecedir oğul
Yoksulluk da öyle
Güzeli seviyorsan eğer
Varsıllar varsılıdır gönlün
Cebin yoksul olsa bile
Özgürlük görecedir oğul
Tutsaklık da öyle
Güzelliğin tutsağıdır
Dünyanın yiğit
En yürekli
En özgür insanı bile
Bir peri kızıdır şiir
Düş gülleri koklatır hep
İmge balıemzirir dile
Şiirde tatlanır güzelleşir
Dünyanın en çirkin
En yavan gerçeği bile
Kuşlar inanmaz buna
Ağaçlar kıskanır biliyorum
Şairler de çiçek açar
Kimi pembe kimi sarı
Şairler de uçar ama
Görünmez kanatları
Ali Yüce
Varsıllık görecedir oğul
Yoksulluk da öyle
Güzeli seviyorsan eğer
Varsıllar varsılıdır gönlün
Cebin yoksul olsa bile
Özgürlük görecedir oğul
Tutsaklık da öyle
Güzelliğin tutsağıdır
Dünyanın yiğit
En yürekli
En özgür insanı bile
Bir peri kızıdır şiir
Düş gülleri koklatır hep
İmge balıemzirir dile
Şiirde tatlanır güzelleşir
Dünyanın en çirkin
En yavan gerçeği bile
Kuşlar inanmaz buna
Ağaçlar kıskanır biliyorum
Şairler de çiçek açar
Kimi pembe kimi sarı
Şairler de uçar ama
Görünmez kanatları
Ali Yüce
Mersin Kenti Edebiyat Ödülü Nezihe Meriç'in
Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın desteği ile düzenlenen 'Mersin Kenti Edebiyat Ödülü'nün bu yılki sahibi Nezihe Meriç oldu.
Özdemir İnce, Prof. Dr. Dilek Doltaş, İpek Ongun, Celal Soycan ve Hüseyin Ferhad’dan oluşan ödül Seçici Kurulu, oy birliği ile bu yılkı ödüle Nezihe Meriç'i değer gördü.
Geçen gün Mersin'de düzenlenen törenle ödülünü alan Meriç konuşmasında “Sanat adına hep kederler, sıkıntılar içinde yaşıyoruz, hep yadsımak istiyoruz, ancak beceremiyoruz. Bir duman var üstümüzde ve bu dumanı dağıtmak mecburiyetindeyiz.” dedi. Törende Mersin Valisi Hüseyin Aksoy, şair Celal Soycan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü Doç . Dr. Ayşenur İslam ve eleştirmen Doç. Dr. Füsun Akatlı da birer konuşma yaptı.
Geçen gün Mersin'de düzenlenen törenle ödülünü alan Meriç konuşmasında “Sanat adına hep kederler, sıkıntılar içinde yaşıyoruz, hep yadsımak istiyoruz, ancak beceremiyoruz. Bir duman var üstümüzde ve bu dumanı dağıtmak mecburiyetindeyiz.” dedi. Törende Mersin Valisi Hüseyin Aksoy, şair Celal Soycan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü Doç . Dr. Ayşenur İslam ve eleştirmen Doç. Dr. Füsun Akatlı da birer konuşma yaptı.
20.12.2007
Savaş Dinçel'i kaybettik
"Ekmek Teknesi" dizisinde oynadığı fırıncı baba rolüyle tanınan tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel, kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.
Savaş Dinçel:
İstanbul' un Fatih ilçesinde 1942 yılında doğdu. İlkokulu Koca Ragıp Paşa İlkokulu' nda tamamladıktan sonra İstanbul Erkek Lisesi' ne kaydoldu. Tiyatro eğitimine İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü' nde başladı. Tiyatro eğitiminin yanı sıra amatör olarak karikatür çizmeye başladı. Tiyatrocu olarak ilk kez İstanbul Şehir Tiyatroları' nda sahne aldı. 1980 askeri darbesi sonucu sıkıyönetim ilanı ile İstanbul Şehir Tiyatroları'ndan uzaklaştırıldı. Daha sonra Güldürü Eğitim Merkezi' nde karikatürist olarak çalıştı. Bir süre Günaydın gazetesinde karikatüristlik yaptı. Burada "Tonton" adlı karikatürü hazırladı. Danıştayın onaması ile birlikte Şehir tiyatrolarında tekrar çalışmaya başladı. İki tane karikatür sergisi açtı. "Çizgilerle Nazım Hikmet" adlı çizgi roman bir kitap hazırladı. Ziya Öztan'ın yönetmenliğini üstlendiği Kurtuluş ve Cumhuriyet filmlerinde İsmet İnönü' yü canlandırmıştır. Halen Şehir Tiyatroları' nda oyunculuk ve yönetmenlik yapmaktaydı. Bunun yanı sıra amatör çizim ve afiş işleriyle uğraşmaktaydı. Ali Poyrazoğlu ve Münir Özkul ile birlikte çalışmıştır.
Rol Aldığı Yapımlar
Filmin Adı Oynadığı Karakter Yıl
Sessiz Gemiler -Mümtaz bey 2007
Bir İhtimal Daha Var -Mercan 2006
Esir Kalpler -Rüçhan Akerman 2006
Eve Dönüş -Sacit 2006
Sevda Çiçeği -Naşit 2006
Can 2006
Bir Salkım Üzüm 2005
Ölümüne Sevdalar -Barbayani 2005
Peki Olur Şekerim 2003
Abdülhamit Düşerken -Tevfik Paşa 2002
Ekmek Teknesi -Nusrettin 2002
Çemberler 2000
Sinekli Bakkal 2000
Bizi Güldürenler 2000
Abuzer Kadayıf 2000
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar -Hacı 2000
Cumhuriyet -İsmet İnönü 1998
Ağır Roman -Berber Ali 1997
Kurtuluş -İsmet İnönü 1997
Azmi 1995
Oğlum Adam Olacak 1995
Çözülmeler 1994
Bizimkiler -Şükrü 1997-2002 1989
Ateşböceği -Metin 1987
Merdoğlu -Ömer Bey 1986
Aşık Oldum -Haluk 1985
Kızlar Sınıfı 1984
Üç İstanbul -Moiz 1983
Hababam Sınıfı Güle Güle -Müjdat 1981
İttihat Ve Terakki 1980
Gül Hasan 1979
Ödülleri
8. ÇASOD "En İyi Oyuncu" Ödülleri, 2001, En İyi Erkek Oyuncu, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
20. İstanbul Film Festivali, 2001, En İyi Erkek Oyuncu, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
22. Siyad Türk Sineması Ödülleri, 2000, En İyi Erkek Oyuncu, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
Savaş Dinçel:
İstanbul' un Fatih ilçesinde 1942 yılında doğdu. İlkokulu Koca Ragıp Paşa İlkokulu' nda tamamladıktan sonra İstanbul Erkek Lisesi' ne kaydoldu. Tiyatro eğitimine İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü' nde başladı. Tiyatro eğitiminin yanı sıra amatör olarak karikatür çizmeye başladı. Tiyatrocu olarak ilk kez İstanbul Şehir Tiyatroları' nda sahne aldı. 1980 askeri darbesi sonucu sıkıyönetim ilanı ile İstanbul Şehir Tiyatroları'ndan uzaklaştırıldı. Daha sonra Güldürü Eğitim Merkezi' nde karikatürist olarak çalıştı. Bir süre Günaydın gazetesinde karikatüristlik yaptı. Burada "Tonton" adlı karikatürü hazırladı. Danıştayın onaması ile birlikte Şehir tiyatrolarında tekrar çalışmaya başladı. İki tane karikatür sergisi açtı. "Çizgilerle Nazım Hikmet" adlı çizgi roman bir kitap hazırladı. Ziya Öztan'ın yönetmenliğini üstlendiği Kurtuluş ve Cumhuriyet filmlerinde İsmet İnönü' yü canlandırmıştır. Halen Şehir Tiyatroları' nda oyunculuk ve yönetmenlik yapmaktaydı. Bunun yanı sıra amatör çizim ve afiş işleriyle uğraşmaktaydı. Ali Poyrazoğlu ve Münir Özkul ile birlikte çalışmıştır.
Rol Aldığı Yapımlar
Filmin Adı Oynadığı Karakter Yıl
Sessiz Gemiler -Mümtaz bey 2007
Bir İhtimal Daha Var -Mercan 2006
Esir Kalpler -Rüçhan Akerman 2006
Eve Dönüş -Sacit 2006
Sevda Çiçeği -Naşit 2006
Can 2006
Bir Salkım Üzüm 2005
Ölümüne Sevdalar -Barbayani 2005
Peki Olur Şekerim 2003
Abdülhamit Düşerken -Tevfik Paşa 2002
Ekmek Teknesi -Nusrettin 2002
Çemberler 2000
Sinekli Bakkal 2000
Bizi Güldürenler 2000
Abuzer Kadayıf 2000
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar -Hacı 2000
Cumhuriyet -İsmet İnönü 1998
Ağır Roman -Berber Ali 1997
Kurtuluş -İsmet İnönü 1997
Azmi 1995
Oğlum Adam Olacak 1995
Çözülmeler 1994
Bizimkiler -Şükrü 1997-2002 1989
Ateşböceği -Metin 1987
Merdoğlu -Ömer Bey 1986
Aşık Oldum -Haluk 1985
Kızlar Sınıfı 1984
Üç İstanbul -Moiz 1983
Hababam Sınıfı Güle Güle -Müjdat 1981
İttihat Ve Terakki 1980
Gül Hasan 1979
Ödülleri
8. ÇASOD "En İyi Oyuncu" Ödülleri, 2001, En İyi Erkek Oyuncu, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
20. İstanbul Film Festivali, 2001, En İyi Erkek Oyuncu, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
22. Siyad Türk Sineması Ödülleri, 2000, En İyi Erkek Oyuncu, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar
18.12.2007
Yelda Karataş
AŞK İLE BİR DAHA
Elleriyle ölçüyor herkes biliyorum
Bir masanın kalpteki büyüklüğünü
Ama her aşkın sonuna kefil bulunmuyor
Ne eklesem ucuna yetmiyor hatıraların
Hangi aşk yarım kalmış ki
Bir hançer çekildiyse kalbimizden
Deli serçe serinliği uçtuysa göğe
Hangi aşk boşa çalınmış dudağımızdan
O yaralı hece
Gözleriyle ölçüyor herkes biliyorum
Bir sokağın yalnızlığını
Ah! o yaz gecesini sorgularken ceplerimde ellerim
Belki bin kez böyle şiir yazıyorum
Ah! kalbimle soruyorum bir daha
Ayrılık mı ölçer bir aşkın yaşanmışlığını
Aşk ile bir daha…
Elleriyle ölçüyor herkes biliyorum
Bir masanın kalpteki büyüklüğünü
Ama her aşkın sonuna kefil bulunmuyor
Ne eklesem ucuna yetmiyor hatıraların
Hangi aşk yarım kalmış ki
Bir hançer çekildiyse kalbimizden
Deli serçe serinliği uçtuysa göğe
Hangi aşk boşa çalınmış dudağımızdan
O yaralı hece
Gözleriyle ölçüyor herkes biliyorum
Bir sokağın yalnızlığını
Ah! o yaz gecesini sorgularken ceplerimde ellerim
Belki bin kez böyle şiir yazıyorum
Ah! kalbimle soruyorum bir daha
Ayrılık mı ölçer bir aşkın yaşanmışlığını
Aşk ile bir daha…
17.12.2007
Hülya Deniz Ünal
A. Uğur Olgar, Öteki Düşkenar, Kül Sanat Yayıncılık, Mart 2007
(1) Read Herbert, Sanatın Anlamı, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1974
1951 Kayseri doğumlu olan şair A.Uğur Olgar, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Silifke'de avukatlık yapıyor. Cemre Düştü (2004)
adlı ilk kitabından sonra Mart 2007 yılında Kül Sanat Yayıncılıktan ikinci kitabı Öteki Düşkenar yayımlandı. Şiirin tanımlanamadığı savından yola çıkarak bir tanım da biz getirelim ve şöyle diyelim. Şiir, insanın
yerine doğayı, doğanın yerine insanı ve onun hâllerini koymak, onların birbirinin yerine geçmesi ise eğer… A.Uğur Olgar, bu işi çok iyi başarmış diyebiliriz rahatlıkla.
Doğadaki olayları insana, insanın
hâllerini doğaya uyarlamak uzaktan kolay gibi görünse de çok zordur.
İçimizde bazen nefret rüzgârları eser, yakar kavurur içimizi, kine dönüşür kimi.. kimi zaman da, usul usul hafifler, ılık bir yele dönüşür akar gider içimizden. İzin verdiğimiz için, gitmesini istediğimiz içindir biraz da bu gidiş. Şair gidenlerin yerini şiirle doldurur. Dallarımızı kolllarımızı sallamış, sarsmış, meyvelerimizi dökmüştür dökmesine.. İşte tam da burada, Edip Cansever"in dizelerini anımsarız; "Ne gelir elimizden
insan olmaktan başka", Ve oluşun halleri olarak görürüz yaşamı…
İyilik kapıları açılır içimizden dünyaya ve öteki insanlara.
İşte şiir de böyledir. O da yakıp kavurabilir bizi, o da
dökebilir kimi zaman yapraklarımızı. A.Uğur Olgar'ın dizelerini okurken hep bir rüzgârın kitabın sayfaları arasında dolaştığını hissettim. Rüzgârıyla dokunmadığı, dolaşmadığı yer, ulaşmadığı nesne yok gibidir. Yalnız yaşadığı ülkeyi mi, dünyayı da dolaşır durur. Küba'dan Mısır'a kanatlarının üzerinde bir yolculuk yaptırır
bize. Mitolojik kahramanlardan başlayarak tüm insanlara dokunup geçmek ister. Şairin yalnızlığı, insanın yalnızlığına değsin ister. Yalnızca
insanlar değil doğadaki tüm canlılar, hayvanlar bitkiler de şiirinin içindedir. Sanki onlara değerken yaşama da değiyor, bizim de değmemizi istiyordur.
" Yunan vazoları geometrik kanunlara tamı tamına uyarlar. Bu yüzden de soğuk ve cansızdırlar. Basit bir köylü çömleğinde çok daha fazla canlılık
ve sevinç vardır. Japonlar çok defa çömlekçi çarkından tabi olarak yükselen kusursuz şekli kasten bozarlar. Çünkü onlarca gerçek güzellik bu kadar düzenli değildir."(1) Olgar'ın şiirlerinde bazen Yunan vazoları gibi geometrik bir düzen, bazen bir köy çömleğindeki coşku ve sevinç bazen de Japon'larınki gibi bozulmuş bir düzen vardır. Her şey düzenli giderken, kendinizi şiirin büyülü havasına kaptırmışken, karşınıza sürpriz bir olay ya da canlıyla çıkabilir.
'Fareler de göçtü deliklerine
Sarı yüzüne kapatınca kendini
Yalancı sürem' (sayfa; 65, Güz Yangını Gün)
Düzeni bilerek bozar, herkesin girdiği boy sırasından hizayı bozarak çıkar.
Şair yüreğine saplar kalemi her şiirin sonunda, sırtına sessiz harf saplanmış son sözle konuşur.
Farklı olmak adına deneylere girmez. Doğanın sesine kulak verir, bizim de
öyle yapmamızı sağlar.
Çok ileri gitti eylül, bir saat
Geri aldım göçmen kuşlardan ( syf; 40, Gel Flora)
Arı duru bir Türkçe kullanarak insanı ve hâllerini bize duyumsatır. Kendi savrulurken bizi de savurur yazdıklarıyla. İster istemez şairin sesine kulak
verir duyularınızı açarsınız. Bunu sağlayan şairin içtenliğidir, sahiciliğidir.
Olanı biteni, durup duranı şiire çevirir, farklı bir gözle bakmamızı sağlar.
Durağan olan her şey onun şiirinde şey ve şeyler olmaktan çıkarak bir anlam ve hareket kazanır. Sanki şeylere ruh veriyordur. İnsan dokunmuştur onlara, b
oyut değiştirmişlerdir. Farklılaşmış halleriyle onlar bize, ruhumuza dokunmaktadır artık. Onda ayrılıklar acı biber tadındadır. Sekizinci Uyur şiirinde (syf; 68) yabancılaşan insanı kendinden yola çıkarak tanımlar.
Kuşlar Bir Kez (syf; 13) de ise, bizimle karşılıklı oturup dertleşen bir arkadaş gibidir.
Anlaşılan hiç gülmedi bu ağaç
Bu kavak kavak uzayan hayatta
Yaşam denilen şeyin aslında ne kadar yalın, onu karmaşıklaştıranın da bizler olduğumuzu duyumsatır. Sorunun bizim algılama biçimimizde olduğunu
kavradığımızda her şey daha yalın her şey daha güzel görünecektir gözümüze.
'şiir yazacaksın kadeh kadeh, üşümeyecek/ elinden tuttuğun kısa pantolonlu
zaman' diyen de odur.
Vefa onun şiirinde üçüncü kümede değildir. Puşkin, Mayakovski, Ruhi Su, şairin dizelerinin arasında konuk gibi değil, sanki kendi evlerindeymiş gibi
dolaşırlar. Olgar, uzamı değiştirip doğayı konuşturup dille oynayarak bambaşka görüntüler yaratıyor... Umarım bundan sonraki şiirlerinde de bu
biçemin daha aşkın örneklerini görebiliriz.
Şiir, bir sanat eserinden beklenen etkiyi yapmış, ilkin bizi heyecanlandırmış sonra da başka bir biçimde düşünmemizi sağlayarak içimizdeki bir yerleşkeyi
yıkmış, ördüğümüz duvarları sallamış, dolayısıyla bir değişim ve dönüşüm yaratmışsa...
Derin bir şiirin sessizliği başlar
Adını eğer önüne (syf; 19, Adı Konulur)
Alaz Edebiyat Dergisi, Sayı; 3
(1) Read Herbert, Sanatın Anlamı, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1974
1951 Kayseri doğumlu olan şair A.Uğur Olgar, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Silifke'de avukatlık yapıyor. Cemre Düştü (2004)
adlı ilk kitabından sonra Mart 2007 yılında Kül Sanat Yayıncılıktan ikinci kitabı Öteki Düşkenar yayımlandı. Şiirin tanımlanamadığı savından yola çıkarak bir tanım da biz getirelim ve şöyle diyelim. Şiir, insanın
yerine doğayı, doğanın yerine insanı ve onun hâllerini koymak, onların birbirinin yerine geçmesi ise eğer… A.Uğur Olgar, bu işi çok iyi başarmış diyebiliriz rahatlıkla.
Doğadaki olayları insana, insanın
hâllerini doğaya uyarlamak uzaktan kolay gibi görünse de çok zordur.
İçimizde bazen nefret rüzgârları eser, yakar kavurur içimizi, kine dönüşür kimi.. kimi zaman da, usul usul hafifler, ılık bir yele dönüşür akar gider içimizden. İzin verdiğimiz için, gitmesini istediğimiz içindir biraz da bu gidiş. Şair gidenlerin yerini şiirle doldurur. Dallarımızı kolllarımızı sallamış, sarsmış, meyvelerimizi dökmüştür dökmesine.. İşte tam da burada, Edip Cansever"in dizelerini anımsarız; "Ne gelir elimizden
insan olmaktan başka", Ve oluşun halleri olarak görürüz yaşamı…
İyilik kapıları açılır içimizden dünyaya ve öteki insanlara.
İşte şiir de böyledir. O da yakıp kavurabilir bizi, o da
dökebilir kimi zaman yapraklarımızı. A.Uğur Olgar'ın dizelerini okurken hep bir rüzgârın kitabın sayfaları arasında dolaştığını hissettim. Rüzgârıyla dokunmadığı, dolaşmadığı yer, ulaşmadığı nesne yok gibidir. Yalnız yaşadığı ülkeyi mi, dünyayı da dolaşır durur. Küba'dan Mısır'a kanatlarının üzerinde bir yolculuk yaptırır
bize. Mitolojik kahramanlardan başlayarak tüm insanlara dokunup geçmek ister. Şairin yalnızlığı, insanın yalnızlığına değsin ister. Yalnızca
insanlar değil doğadaki tüm canlılar, hayvanlar bitkiler de şiirinin içindedir. Sanki onlara değerken yaşama da değiyor, bizim de değmemizi istiyordur.
" Yunan vazoları geometrik kanunlara tamı tamına uyarlar. Bu yüzden de soğuk ve cansızdırlar. Basit bir köylü çömleğinde çok daha fazla canlılık
ve sevinç vardır. Japonlar çok defa çömlekçi çarkından tabi olarak yükselen kusursuz şekli kasten bozarlar. Çünkü onlarca gerçek güzellik bu kadar düzenli değildir."(1) Olgar'ın şiirlerinde bazen Yunan vazoları gibi geometrik bir düzen, bazen bir köy çömleğindeki coşku ve sevinç bazen de Japon'larınki gibi bozulmuş bir düzen vardır. Her şey düzenli giderken, kendinizi şiirin büyülü havasına kaptırmışken, karşınıza sürpriz bir olay ya da canlıyla çıkabilir.
'Fareler de göçtü deliklerine
Sarı yüzüne kapatınca kendini
Yalancı sürem' (sayfa; 65, Güz Yangını Gün)
Düzeni bilerek bozar, herkesin girdiği boy sırasından hizayı bozarak çıkar.
Şair yüreğine saplar kalemi her şiirin sonunda, sırtına sessiz harf saplanmış son sözle konuşur.
Farklı olmak adına deneylere girmez. Doğanın sesine kulak verir, bizim de
öyle yapmamızı sağlar.
Çok ileri gitti eylül, bir saat
Geri aldım göçmen kuşlardan ( syf; 40, Gel Flora)
Arı duru bir Türkçe kullanarak insanı ve hâllerini bize duyumsatır. Kendi savrulurken bizi de savurur yazdıklarıyla. İster istemez şairin sesine kulak
verir duyularınızı açarsınız. Bunu sağlayan şairin içtenliğidir, sahiciliğidir.
Olanı biteni, durup duranı şiire çevirir, farklı bir gözle bakmamızı sağlar.
Durağan olan her şey onun şiirinde şey ve şeyler olmaktan çıkarak bir anlam ve hareket kazanır. Sanki şeylere ruh veriyordur. İnsan dokunmuştur onlara, b
oyut değiştirmişlerdir. Farklılaşmış halleriyle onlar bize, ruhumuza dokunmaktadır artık. Onda ayrılıklar acı biber tadındadır. Sekizinci Uyur şiirinde (syf; 68) yabancılaşan insanı kendinden yola çıkarak tanımlar.
Kuşlar Bir Kez (syf; 13) de ise, bizimle karşılıklı oturup dertleşen bir arkadaş gibidir.
Anlaşılan hiç gülmedi bu ağaç
Bu kavak kavak uzayan hayatta
Yaşam denilen şeyin aslında ne kadar yalın, onu karmaşıklaştıranın da bizler olduğumuzu duyumsatır. Sorunun bizim algılama biçimimizde olduğunu
kavradığımızda her şey daha yalın her şey daha güzel görünecektir gözümüze.
'şiir yazacaksın kadeh kadeh, üşümeyecek/ elinden tuttuğun kısa pantolonlu
zaman' diyen de odur.
Vefa onun şiirinde üçüncü kümede değildir. Puşkin, Mayakovski, Ruhi Su, şairin dizelerinin arasında konuk gibi değil, sanki kendi evlerindeymiş gibi
dolaşırlar. Olgar, uzamı değiştirip doğayı konuşturup dille oynayarak bambaşka görüntüler yaratıyor... Umarım bundan sonraki şiirlerinde de bu
biçemin daha aşkın örneklerini görebiliriz.
Şiir, bir sanat eserinden beklenen etkiyi yapmış, ilkin bizi heyecanlandırmış sonra da başka bir biçimde düşünmemizi sağlayarak içimizdeki bir yerleşkeyi
yıkmış, ördüğümüz duvarları sallamış, dolayısıyla bir değişim ve dönüşüm yaratmışsa...
Derin bir şiirin sessizliği başlar
Adını eğer önüne (syf; 19, Adı Konulur)
Alaz Edebiyat Dergisi, Sayı; 3
Kayıp kitabı bulana 1000 Cumhuriyet altını verilecek
Avrasya Yazarlar Birliği, Türk dilinin ilk gramer kitabı olan Kaşgarlı Mahmut'un kayıp eseri ''Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk''ü bulana 1000 Cumhuriyet altını ödül verecek.
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yakup Deliömeroğlu, yaptığı açıklamada, 2008 yılını, doğumunun 1000. yılı olduğu için ''Kaşgarlı Mahmut Yılı'' olarak ilan ettiklerini bildirdi.
Büyük dil bilgini Kaşgarlı Mahmut'un ''Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk'' isimli eserinin Türk dilinin ilk gramer kitabı olduğunu belirten Deliömeroğlu, ''Gramer kitabının varlığı biliniyor, ama henüz gören yok'' dedi.
Kaşgarlı Mahmut'un doğumunun 1000. yılında bu büyük eserin bulunması için çalışma başlattıklarını ifade eden Deliömeroğlu, bu kitabı bulana 1000 cumhuriyet altını ödül vereceklerini kaydetti.
Bu kitabın, Türkiye için olduğu kadar dünya diller tarihi için de çok önemli bir eser olduğunu vurgulayan Deliömeroğlu, ''Ümit ediyoruz ki Divanü Lügati't Türk gibi gramer kitabı da bir gün günışığına çıksın, kültür hayatımıza katkı yapsın'' dedi.
Kitabın bulunması için de bazı eski eser araştırmacılarının çalışmalarının bulunduğunu belirten Deliömeroğlu, bu ödülün de teşvik edici olacağını söyledi.
İnsanlık kültürü için değeri
''Türkçe'nin bu gramer kitabı yazıldığında, bugün yaşayan büyük diller olarak düşünülen İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça gibi dillerin gramer çalışmaları yok'' diyen Deliömeroğlu, eserin, dünya dil tarihi ve insanlık kültürü için de büyük değer taşıdığını anlattı.
Deliömeroğlu, Türkçe'nin grameri ile ilgili Türkiye'de ve diğer Türkçe konuşulan ülkelerdeki Türkologların anlaşamadıkları bazı konular bulunduğunu ifade ederek, eserin bulunması halinde bu tartışmalara zemin oluşturacağını, Türkçe'nin bugünkü gramer problemlerinin çözümüne çok büyük katkı sağlayacağını ifade etti.
Divanü Lügati't Türk'ün Bulunuş Öykusü
Kaşgarlı Mahmut'un ''Divanü Lügati't Türk'' eserinin ilk Türkçe sözlük olduğunu ifade eden Deliömeroğlu, ''Bu sözlük hazırlanırken İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça gibi dünya dillerinin sözlükleri yoktu. Türkçe'nin 1000 yıl öncesinden gelen büyük bir sözlüğü var'' dedi.
Divanü Lügati't Türk'ün 1900'lü yılların başında bulunduğunu belirten Deliömeroğlu, eserin bulunuşunu şöyle anlattı:
''Divanü Lügati't Türk'ün varlığı biliniyordu ama kitabı kimse görmemişti. Eser, İstanbul'da bulundu. Eser, dönemin maliye nazırlarından birinin kütüphanesinde bulunuyormuş. Bakan, çocuklarına 'Bu çok kıymetli bir kitap. Bir gün sıkışırsanız 30 altından aşağı satmayın' diye tembih etmiş. Aile ekonomik sıkıntıya düşmüş ve eser, bakanın torunu tarafından bir sahafa 30 altın karşılığında satılmış. Bir kitap kurdu olan Ali Emiri Efendi, Kaşgarlı Mahmut tarafından 1072-1074 yıllarında Bağdat'ta Abbasi Halifesine sunulmak üzere yazılan bu muhteşem eseri sahaftan 33 altına satın almış ve 'Bu kitap 33 altın değil, dünyalara değer' demiş. Dönemin aydınları kitabın bulunduğundan haberdar olunca, Ali Emiri Efendi'ye kitabı görmek için gelmişler ama Ali Emiri Efendi kitabı hem kıskandığı hem de kaybolmasından korktuğu için kimselere göstermemiş. Göstermeyince de kitaba ilgi daha da artmış.
Dönemin Sadrazamı Talat Paşa kitapla ilgilenmiş. Bir yemekte Ali Emiri Efendi ile Talat Paşa buluşmuş. Ali Emiri Efendi kitabı Talat Paşa'ya yayınlanması için teslim etmiş. Ali Emiri Efendi, Talat Paşa'nın teklif ettiği 300 altını kendi istememiş ve Divanü Lügati't Türk sadakası olarak İstanbul'daki ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasını istemiş.''
İkiz Kardeşin Diğeri Aranıyor
Divanü Lügati't Türk'ün orijinalinin, İstanbul'da Millet Kütüphanesi'nde bulunduğunu belirten Deliömeroğlu, bu kütüphanenin Ali Emiri Efendi'nin bağışladığı eserlerden oluştuğunu anlattı.
''Eminim ilk gramer kitabına sahip olan kişi de kıymetini bilerek özenle saklıyordur'' diyen Deliömeroğlu, şöyle konuştu:
''Ali Emiri Efendi, Millet Kütüphanesi'ni dolduracak kadar kitapseverdi. Onun adı Kaşgarlı Mahmut ile birlikte anılıyor ve tarihimizde çok özel bir yeri var. Gerçekten Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk'ü bulan kişinin ismi de Ali Emiri Efendi'nin ismi gibi ölümsüzleşecek ve kültür hayatımızda çok özel bir yere sahip olacak. Bu yalnızca 1000 altından daha önemli. Herhalde, Türk tarihinin, Türk dilinin ilk gramer kitabını gün ışığına çıkaran insan olmak çok büyük bir mutluluk olur.''
Bu esere sahip olan kişiye çağrıda bulunan Deliömeroğlu, ''İsminizin ölümsüzleşmesini istiyorsanız Türk dilinin ilk gramer kitabını getirin'' dedi.
Eseri bulana kadar aramaya devam edeceklerini belirten Deliömeroğlu, ''Divanü Lügati't Türk de kayıptı, ikiz kardeşlerden birisi bulundu. İkinci ikiz de bir yerlerde gizleniyor ve umarım o da gün ışığına çıkacak ve çıkınca da çok büyük olay olacak'' diye konuştu.
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yakup Deliömeroğlu, yaptığı açıklamada, 2008 yılını, doğumunun 1000. yılı olduğu için ''Kaşgarlı Mahmut Yılı'' olarak ilan ettiklerini bildirdi.
Büyük dil bilgini Kaşgarlı Mahmut'un ''Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk'' isimli eserinin Türk dilinin ilk gramer kitabı olduğunu belirten Deliömeroğlu, ''Gramer kitabının varlığı biliniyor, ama henüz gören yok'' dedi.
Kaşgarlı Mahmut'un doğumunun 1000. yılında bu büyük eserin bulunması için çalışma başlattıklarını ifade eden Deliömeroğlu, bu kitabı bulana 1000 cumhuriyet altını ödül vereceklerini kaydetti.
Bu kitabın, Türkiye için olduğu kadar dünya diller tarihi için de çok önemli bir eser olduğunu vurgulayan Deliömeroğlu, ''Ümit ediyoruz ki Divanü Lügati't Türk gibi gramer kitabı da bir gün günışığına çıksın, kültür hayatımıza katkı yapsın'' dedi.
Kitabın bulunması için de bazı eski eser araştırmacılarının çalışmalarının bulunduğunu belirten Deliömeroğlu, bu ödülün de teşvik edici olacağını söyledi.
İnsanlık kültürü için değeri
''Türkçe'nin bu gramer kitabı yazıldığında, bugün yaşayan büyük diller olarak düşünülen İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça gibi dillerin gramer çalışmaları yok'' diyen Deliömeroğlu, eserin, dünya dil tarihi ve insanlık kültürü için de büyük değer taşıdığını anlattı.
Deliömeroğlu, Türkçe'nin grameri ile ilgili Türkiye'de ve diğer Türkçe konuşulan ülkelerdeki Türkologların anlaşamadıkları bazı konular bulunduğunu ifade ederek, eserin bulunması halinde bu tartışmalara zemin oluşturacağını, Türkçe'nin bugünkü gramer problemlerinin çözümüne çok büyük katkı sağlayacağını ifade etti.
Divanü Lügati't Türk'ün Bulunuş Öykusü
Kaşgarlı Mahmut'un ''Divanü Lügati't Türk'' eserinin ilk Türkçe sözlük olduğunu ifade eden Deliömeroğlu, ''Bu sözlük hazırlanırken İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça gibi dünya dillerinin sözlükleri yoktu. Türkçe'nin 1000 yıl öncesinden gelen büyük bir sözlüğü var'' dedi.
Divanü Lügati't Türk'ün 1900'lü yılların başında bulunduğunu belirten Deliömeroğlu, eserin bulunuşunu şöyle anlattı:
''Divanü Lügati't Türk'ün varlığı biliniyordu ama kitabı kimse görmemişti. Eser, İstanbul'da bulundu. Eser, dönemin maliye nazırlarından birinin kütüphanesinde bulunuyormuş. Bakan, çocuklarına 'Bu çok kıymetli bir kitap. Bir gün sıkışırsanız 30 altından aşağı satmayın' diye tembih etmiş. Aile ekonomik sıkıntıya düşmüş ve eser, bakanın torunu tarafından bir sahafa 30 altın karşılığında satılmış. Bir kitap kurdu olan Ali Emiri Efendi, Kaşgarlı Mahmut tarafından 1072-1074 yıllarında Bağdat'ta Abbasi Halifesine sunulmak üzere yazılan bu muhteşem eseri sahaftan 33 altına satın almış ve 'Bu kitap 33 altın değil, dünyalara değer' demiş. Dönemin aydınları kitabın bulunduğundan haberdar olunca, Ali Emiri Efendi'ye kitabı görmek için gelmişler ama Ali Emiri Efendi kitabı hem kıskandığı hem de kaybolmasından korktuğu için kimselere göstermemiş. Göstermeyince de kitaba ilgi daha da artmış.
Dönemin Sadrazamı Talat Paşa kitapla ilgilenmiş. Bir yemekte Ali Emiri Efendi ile Talat Paşa buluşmuş. Ali Emiri Efendi kitabı Talat Paşa'ya yayınlanması için teslim etmiş. Ali Emiri Efendi, Talat Paşa'nın teklif ettiği 300 altını kendi istememiş ve Divanü Lügati't Türk sadakası olarak İstanbul'daki ihtiyaç sahiplerine dağıtılmasını istemiş.''
İkiz Kardeşin Diğeri Aranıyor
Divanü Lügati't Türk'ün orijinalinin, İstanbul'da Millet Kütüphanesi'nde bulunduğunu belirten Deliömeroğlu, bu kütüphanenin Ali Emiri Efendi'nin bağışladığı eserlerden oluştuğunu anlattı.
''Eminim ilk gramer kitabına sahip olan kişi de kıymetini bilerek özenle saklıyordur'' diyen Deliömeroğlu, şöyle konuştu:
''Ali Emiri Efendi, Millet Kütüphanesi'ni dolduracak kadar kitapseverdi. Onun adı Kaşgarlı Mahmut ile birlikte anılıyor ve tarihimizde çok özel bir yeri var. Gerçekten Kitabu Cevahirü'n Nahv Fi Lugati't Türk'ü bulan kişinin ismi de Ali Emiri Efendi'nin ismi gibi ölümsüzleşecek ve kültür hayatımızda çok özel bir yere sahip olacak. Bu yalnızca 1000 altından daha önemli. Herhalde, Türk tarihinin, Türk dilinin ilk gramer kitabını gün ışığına çıkaran insan olmak çok büyük bir mutluluk olur.''
Bu esere sahip olan kişiye çağrıda bulunan Deliömeroğlu, ''İsminizin ölümsüzleşmesini istiyorsanız Türk dilinin ilk gramer kitabını getirin'' dedi.
Eseri bulana kadar aramaya devam edeceklerini belirten Deliömeroğlu, ''Divanü Lügati't Türk de kayıptı, ikiz kardeşlerden birisi bulundu. İkinci ikiz de bir yerlerde gizleniyor ve umarım o da gün ışığına çıkacak ve çıkınca da çok büyük olay olacak'' diye konuştu.
Behçet Aysan
Kırık Bir Kurşun Kalemin Şiiri
yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil.
usulca mavi bir kar
kara geceye düşer
tutuşur fundalıklar
gelir kalbimi yakar.
gün olur belki öper
ay ışığı acıyı
o yaralı cerenler
yanık sulara iner.
yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil
yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil.
usulca mavi bir kar
kara geceye düşer
tutuşur fundalıklar
gelir kalbimi yakar.
gün olur belki öper
ay ışığı acıyı
o yaralı cerenler
yanık sulara iner.
yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil
EK DERS ÜCRETLERİNDEKİ HAKSIZ KESİNTİLERE KARŞI ALANLARDAYIZ
Eğitim Sen'e bağlı öğretmenler, ek ders ücretlerindeki kesintileri protesto etmek amacıyla 18 Aralık Salı günü iş bırakacak.
Eğitim Sen Hatay Şube Başkanı Kasım Birtek yaptığı açıklamada, dini bayramlarda ve hafta içi tatil olan günlerin ek ders ücretlerinin, tam gün kesilmesi uygulamasının öğretmenler açısından ciddi hak kayıpları yaşanmasına neden olduğunu belirtti.
Birtek, önümüzdeki Kurban Bayramı tatilinin iki gününün hafta içine gelmesi nedeniyle, o günlere ilişkin sadece ek ders ücretleri kesilmesi gerekirken, tüm günün ücretlerinin kesileceğini ve o hafta öğretmenlerin ek ders ücreti alamayacaklarını kaydederek, “Bu durumda her öğretmenin 60 ila 90 YTL arasında kaybı olacaktır. Ulusal bayramlarda bu tür bir uygulama yapılmaz iken, dini bayramlarda böyle bir kesintiye gidilmesinin adaletli bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değildir” dedi.
Eğitim Sen olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sorunun çözülmesini ve yaşanacak hak kayıplarının giderilmesini istemelerine rağmen bakanlıktan herhangi bir açıklamanın yapılmadığını belirten Birtek, “Bu nedenler sendikamız, Türkiye çapında uygulanmak üzere eylem kararları almış ve tüm şubelerinde ve temsilciliklerinde yapılacak eyleme yönelik çalışmalarını başlatmıştır” dedi.
Birtek, sendika tarafından alınan eylem kararı gereği, 18 Aralık Salı günü, ek ders ücretlerinin kesintiye uğramasını ve AKP hükümetinin eğitim alanındaki politikalarını protesto etmek amacıyla iş bırakacaklarını kaydederek, “Eğitim emekçilerine yönelik haksızlıklara karşı demokratik tepkilerimizi göstermeye kararlıyız. Bu konuda kamuoyunun, demokratik sendikal hakları için alanlara çıkan eğitim emekçilerini destekleyeceğine inanıyoruz” dedi.
EK DERS ÜCRETLERİNDEKİ HAKSIZ KESİNTİLERE KARŞI ALANLARDAYIZ
Bu arada, Eğitim-Sen, TİS ve Hukuk Sekreteri Servet Kavukoğlu da bir açıklama yaparak, ek derslerin Kurban Bayramına kurban edildiğini ileri sürdü.
Kavukoğlu yaptığı açıklamada, “AKP hükümeti, bugüne kadar eğitim alanında yaptığı uygulamalar ile eğitim emekçilerini mağdur ettiği yetmezmiş gibi, yeni mağduriyetler yaratmaya devam etmektedir. Bu sefer de ek derslerimiz Kurban Bayramı’na kurban ediliyor.
Öğretmenlerin ek ders ücretlerindeki sorunlar çözüleceği yerde artarak sürmektedir. Ayda dört defadan fazla sevk alınması halinde sevk alınan günlerin ek ders ücretleri yerine tam gün ücretlerin kesilmesi uygulaması devam etmektedir. Ayrıca, dini bayramlarda hafta içi tatil olan günlerin ücretlerinin de tam gün kesilmesi uygulaması öğretmenler açısından ciddi hak kayıpları yaşanmasına neden olacaktır. Örneğin önümüzdeki kurban bayramı tatilinin iki gününün hafta içine gelmesi nedeniyle o günlere ilişkin sadece ek ders ücretleri kesilmesi gerekirken, tüm günün ücretleri kesilecek ve o hafta öğretmenler hiç ek ders ücreti alamayacaklardır. Bu durumda her öğretmenin 60 ila 90 YTL arasında kaybı olacaktır. Ulusal bayramlarda bu tür bir uygulama yapılmaz iken, dini bayramlarda böyle bir kesintiye gidilmesinin adaletli bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değildir.
Eğitim Sen olarak, bakanlık düzeyinde yaptığımız görüşmelerle sorunun çözülmesini, yaşanacak hak kayıplarının giderilmesini istemiş bulunuyoruz. Ancak şu ana kadar sorunun çözümü noktasında herhangi bir gelişme yaşanmamıştır.
Taleplerimize yönelik olarak, Milli Eğitim Bakanlığından herhangi bir açıklamanın yapılmamış olmasından dolayı sendikamız, Türkiye çapında uygulanmak üzere eylem kararları almış ve tüm şubelerinde ve temsilciliklerinde yapılacak eyleme yönelik çalışmalarını başlatmıştır.
Sendikamız tarafından alınan eylem kararı gereği, 18 Aralık 2007 Salı günü, ek ders ücretlerimizin haksız yere kesintiye uğramasına ve AKP hükümetinin eğitim alanına yönelik benzer politikalarına karşı sevk alarak iş bırakıp okulları boşaltacağız. Aynı gün saat 12:30 da Ulus Meydanı’nda kitlesel basın açıklaması yağacağız. Eğitim emekçilerine yönelik haksızlıklara karşı demokratik tepkilerimizi göstermeye kararlıyız. Bu konuda kamuoyunun, demokratik sendikal hakları için alanlara çıkan eğitim emekçilerini destekleyeceğine inanıyoruz. 18 Aralık Salı günü saat 12:30 da tüm eğitim emekçilerini Ulus Alanı’nda olmaya çağırıyoruz. Ek Derslerimiz Kurban Bayramı’na kurban ediliyor.
Eğitim Sen, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da eğitim emekçilerinin kazanılmış haklarına karşı yürütülen her türlü saldırı girişiminin karşısında olmaya ve demokratik tepkilerini göstermeye devam edecektir” dedi.
Eğitim Sen Hatay Şube Başkanı Kasım Birtek yaptığı açıklamada, dini bayramlarda ve hafta içi tatil olan günlerin ek ders ücretlerinin, tam gün kesilmesi uygulamasının öğretmenler açısından ciddi hak kayıpları yaşanmasına neden olduğunu belirtti.
Birtek, önümüzdeki Kurban Bayramı tatilinin iki gününün hafta içine gelmesi nedeniyle, o günlere ilişkin sadece ek ders ücretleri kesilmesi gerekirken, tüm günün ücretlerinin kesileceğini ve o hafta öğretmenlerin ek ders ücreti alamayacaklarını kaydederek, “Bu durumda her öğretmenin 60 ila 90 YTL arasında kaybı olacaktır. Ulusal bayramlarda bu tür bir uygulama yapılmaz iken, dini bayramlarda böyle bir kesintiye gidilmesinin adaletli bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değildir” dedi.
Eğitim Sen olarak, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sorunun çözülmesini ve yaşanacak hak kayıplarının giderilmesini istemelerine rağmen bakanlıktan herhangi bir açıklamanın yapılmadığını belirten Birtek, “Bu nedenler sendikamız, Türkiye çapında uygulanmak üzere eylem kararları almış ve tüm şubelerinde ve temsilciliklerinde yapılacak eyleme yönelik çalışmalarını başlatmıştır” dedi.
Birtek, sendika tarafından alınan eylem kararı gereği, 18 Aralık Salı günü, ek ders ücretlerinin kesintiye uğramasını ve AKP hükümetinin eğitim alanındaki politikalarını protesto etmek amacıyla iş bırakacaklarını kaydederek, “Eğitim emekçilerine yönelik haksızlıklara karşı demokratik tepkilerimizi göstermeye kararlıyız. Bu konuda kamuoyunun, demokratik sendikal hakları için alanlara çıkan eğitim emekçilerini destekleyeceğine inanıyoruz” dedi.
EK DERS ÜCRETLERİNDEKİ HAKSIZ KESİNTİLERE KARŞI ALANLARDAYIZ
Bu arada, Eğitim-Sen, TİS ve Hukuk Sekreteri Servet Kavukoğlu da bir açıklama yaparak, ek derslerin Kurban Bayramına kurban edildiğini ileri sürdü.
Kavukoğlu yaptığı açıklamada, “AKP hükümeti, bugüne kadar eğitim alanında yaptığı uygulamalar ile eğitim emekçilerini mağdur ettiği yetmezmiş gibi, yeni mağduriyetler yaratmaya devam etmektedir. Bu sefer de ek derslerimiz Kurban Bayramı’na kurban ediliyor.
Öğretmenlerin ek ders ücretlerindeki sorunlar çözüleceği yerde artarak sürmektedir. Ayda dört defadan fazla sevk alınması halinde sevk alınan günlerin ek ders ücretleri yerine tam gün ücretlerin kesilmesi uygulaması devam etmektedir. Ayrıca, dini bayramlarda hafta içi tatil olan günlerin ücretlerinin de tam gün kesilmesi uygulaması öğretmenler açısından ciddi hak kayıpları yaşanmasına neden olacaktır. Örneğin önümüzdeki kurban bayramı tatilinin iki gününün hafta içine gelmesi nedeniyle o günlere ilişkin sadece ek ders ücretleri kesilmesi gerekirken, tüm günün ücretleri kesilecek ve o hafta öğretmenler hiç ek ders ücreti alamayacaklardır. Bu durumda her öğretmenin 60 ila 90 YTL arasında kaybı olacaktır. Ulusal bayramlarda bu tür bir uygulama yapılmaz iken, dini bayramlarda böyle bir kesintiye gidilmesinin adaletli bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değildir.
Eğitim Sen olarak, bakanlık düzeyinde yaptığımız görüşmelerle sorunun çözülmesini, yaşanacak hak kayıplarının giderilmesini istemiş bulunuyoruz. Ancak şu ana kadar sorunun çözümü noktasında herhangi bir gelişme yaşanmamıştır.
Taleplerimize yönelik olarak, Milli Eğitim Bakanlığından herhangi bir açıklamanın yapılmamış olmasından dolayı sendikamız, Türkiye çapında uygulanmak üzere eylem kararları almış ve tüm şubelerinde ve temsilciliklerinde yapılacak eyleme yönelik çalışmalarını başlatmıştır.
Sendikamız tarafından alınan eylem kararı gereği, 18 Aralık 2007 Salı günü, ek ders ücretlerimizin haksız yere kesintiye uğramasına ve AKP hükümetinin eğitim alanına yönelik benzer politikalarına karşı sevk alarak iş bırakıp okulları boşaltacağız. Aynı gün saat 12:30 da Ulus Meydanı’nda kitlesel basın açıklaması yağacağız. Eğitim emekçilerine yönelik haksızlıklara karşı demokratik tepkilerimizi göstermeye kararlıyız. Bu konuda kamuoyunun, demokratik sendikal hakları için alanlara çıkan eğitim emekçilerini destekleyeceğine inanıyoruz. 18 Aralık Salı günü saat 12:30 da tüm eğitim emekçilerini Ulus Alanı’nda olmaya çağırıyoruz. Ek Derslerimiz Kurban Bayramı’na kurban ediliyor.
Eğitim Sen, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da eğitim emekçilerinin kazanılmış haklarına karşı yürütülen her türlü saldırı girişiminin karşısında olmaya ve demokratik tepkilerini göstermeye devam edecektir” dedi.
Gündoğdu; “Yeni anayasada eğitimde fırsat eşitliği sözde değil, özde olmalıdır”
Eğitim Bir Sen Hatay İl Temsilciliği Büyük Antakya Otelinde bir dayanışma yemeği düzenledi. Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun katıldığı yemeğe sendika üyelerinin yoğun ilgi gösterdiği görüldü.
Yemeğin açılış konuşmasını yapan Eğitim Bir Sen Hatay il Temsilcisi Cevat Önal, Yetkili sendika olabilmek için aralıksız çalışmalarını sürdürdüklerini ifade etti.
Daha sonra söz alan Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu,
“Öncelikle son günlerde bazı belli amaca yönelik yayın yapan gazete ve bunlardan nemalanmak isteyen sivil toplum örgütlerinin Eğitim-Bir-Sen İstiklal Marşı’nı istemiyor iddalarına ‘Bir deli kuyuya taş attı, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyor’ diyerek başladı ve şöyle devam etti; Eğitim-Bir-Sen olarak çeşitli bölgelerde, bölge toplantıları yapıp, bölge eğitiminin ve eğitimcilerinin sorunlarını raporlar haline getirmekteyiz. Bunlardan biri de 1-2 Aralık 2007 tarihinde Şanlıurfa’da gerçekleştirildi. Bu toplantıya o yöredeki 12 şubemiz katıldı ve 2 gün boyunca bölgenin eğitim sorunları tartışıldı. Ve toplantı sonunda 15 maddelik bir sonuç bildirisi yayınlandı. Bu sonuç bildirisinde, bölgedeki öğretmen açığından, derslik yetersizliğine; kız çocuklarının okutulmasından, eğitimde fırsat eşitliğine; yönetici atamalardan, okulların temizliğine çeşitli konular gündeme getirilmiş ve çözüm önerileri oluşturulmaya çalışılmıştır” şeklinde konuştu.
Yeni anayasanın kamuoyu tarafından “Sivil Anayasa” olarak adlandırıldığını, bu anlamda “sivil” sözcüğünün kendisini heyecanlandırdığını belirten Gündoğdu,“Sivil, askeri olmayan, medeni olan, uygar olan demektir.Sivil anayasa, milletin bağrından çıkmış, meşruiyet sorunu olmayan kadroların hazırladığı anayasadır. Darbe sonralarının puslu havalarında hazırlanan, hak ve özgürlükleri kısıtlayan anayasalar milletin bünyesine dar gelmektedir. 1982 anayasası 1924 anayasasından daha geridir. 1924 anayasası ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ derken 1982 anayasası ‘Hakimiyet yetkili organlar eliyle yürütülür’ prensibiyle millet hakimiyetine kayıt ve şart düşerek bürokratik oligarşiye zemin hazırlamıştır. Yeni anayasa bürokratik oligarşiye son vermelidir.” dedi.
Anayasaların hak ve hürriyet bahşetmediğine vurgu yapan Genel Başkan Ahmet Gündoğdu, “Anayasalar çağdaşsa hak ve özgürlüklerin teminatı olurlar, çağdışıysa hak ve özgürlükleri kısıtlarlar. Yeni anayasadan beklentimiz; özgürlükleri alabildiğine genişleten, devlete göre bireyi değil, bireye göre devleti dizayn eden, devlete karşı bireyi koruyan, bireye ve topluma ideolojik ve tek tip bir hayat tarzı dayatmayan bir anayasa olmasıdır.” dedi.
“Yeni anayasada eğitim” başlığı altında da değerlendirmelerde bulunan Gündoğdu, “Yeni anayasada eğitimde fırsat eşitliği sözde değil, özde olmalıdır. Yeni anayasa eğitime pedagojik ve bilimsel yaklaşılmasının teminatı olmalı, üniversiteleri toplumun değerleriyle pozitif bilimlerin çatışma alanı olmaktan kurtarmalıdır. Batı’nın bilgi ve teknolojisiyle Doğu’nun hikmet ve irfanını buluşturan; gelenekle modernliği, bireyle toplumu, madde ile manayı bir arada sentezleyebilmiş bir eğitim ve bunun önündeki engelleri kaldıran bir anayasa olmalıdır” dedi.
Yemeğin açılış konuşmasını yapan Eğitim Bir Sen Hatay il Temsilcisi Cevat Önal, Yetkili sendika olabilmek için aralıksız çalışmalarını sürdürdüklerini ifade etti.
Daha sonra söz alan Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu,
“Öncelikle son günlerde bazı belli amaca yönelik yayın yapan gazete ve bunlardan nemalanmak isteyen sivil toplum örgütlerinin Eğitim-Bir-Sen İstiklal Marşı’nı istemiyor iddalarına ‘Bir deli kuyuya taş attı, kırk akıllı çıkarmaya çalışıyor’ diyerek başladı ve şöyle devam etti; Eğitim-Bir-Sen olarak çeşitli bölgelerde, bölge toplantıları yapıp, bölge eğitiminin ve eğitimcilerinin sorunlarını raporlar haline getirmekteyiz. Bunlardan biri de 1-2 Aralık 2007 tarihinde Şanlıurfa’da gerçekleştirildi. Bu toplantıya o yöredeki 12 şubemiz katıldı ve 2 gün boyunca bölgenin eğitim sorunları tartışıldı. Ve toplantı sonunda 15 maddelik bir sonuç bildirisi yayınlandı. Bu sonuç bildirisinde, bölgedeki öğretmen açığından, derslik yetersizliğine; kız çocuklarının okutulmasından, eğitimde fırsat eşitliğine; yönetici atamalardan, okulların temizliğine çeşitli konular gündeme getirilmiş ve çözüm önerileri oluşturulmaya çalışılmıştır” şeklinde konuştu.
Yeni anayasanın kamuoyu tarafından “Sivil Anayasa” olarak adlandırıldığını, bu anlamda “sivil” sözcüğünün kendisini heyecanlandırdığını belirten Gündoğdu,“Sivil, askeri olmayan, medeni olan, uygar olan demektir.Sivil anayasa, milletin bağrından çıkmış, meşruiyet sorunu olmayan kadroların hazırladığı anayasadır. Darbe sonralarının puslu havalarında hazırlanan, hak ve özgürlükleri kısıtlayan anayasalar milletin bünyesine dar gelmektedir. 1982 anayasası 1924 anayasasından daha geridir. 1924 anayasası ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ derken 1982 anayasası ‘Hakimiyet yetkili organlar eliyle yürütülür’ prensibiyle millet hakimiyetine kayıt ve şart düşerek bürokratik oligarşiye zemin hazırlamıştır. Yeni anayasa bürokratik oligarşiye son vermelidir.” dedi.
Anayasaların hak ve hürriyet bahşetmediğine vurgu yapan Genel Başkan Ahmet Gündoğdu, “Anayasalar çağdaşsa hak ve özgürlüklerin teminatı olurlar, çağdışıysa hak ve özgürlükleri kısıtlarlar. Yeni anayasadan beklentimiz; özgürlükleri alabildiğine genişleten, devlete göre bireyi değil, bireye göre devleti dizayn eden, devlete karşı bireyi koruyan, bireye ve topluma ideolojik ve tek tip bir hayat tarzı dayatmayan bir anayasa olmasıdır.” dedi.
“Yeni anayasada eğitim” başlığı altında da değerlendirmelerde bulunan Gündoğdu, “Yeni anayasada eğitimde fırsat eşitliği sözde değil, özde olmalıdır. Yeni anayasa eğitime pedagojik ve bilimsel yaklaşılmasının teminatı olmalı, üniversiteleri toplumun değerleriyle pozitif bilimlerin çatışma alanı olmaktan kurtarmalıdır. Batı’nın bilgi ve teknolojisiyle Doğu’nun hikmet ve irfanını buluşturan; gelenekle modernliği, bireyle toplumu, madde ile manayı bir arada sentezleyebilmiş bir eğitim ve bunun önündeki engelleri kaldıran bir anayasa olmalıdır” dedi.
Hatay'da 2 Bin Fidan Toprakla Buluştu
Antakya'da Bağımsız Kamu Sendikaları Konfederasyonu (BASK) Hatay Temsilciliği, küresel ısınmanın önüne geçmek için 2 bin fidan dikti.
Antakya'nın Ballıöz Köyünde fidan dikimi için kazma küreklerle çalışan sendika üyeleri ve vatandaşlara çocuklar da destek verdi. Minik çocuklar ellerine kaptıkları fidanları aileleriyle birlikte toprakla buluşturmanın heyecanını yaşadı.
BASK Hatay Temsilcisi Metin Yılmaz fidan dikiminde yaptığı açıklamada, "Bask tarihi ve toplumsal görevi yerine getirdi.Yılmaz yaptığı konuşmada,Bu mücadeleye gönül veren arkadaşlarım, bizimle beraber üşenmeden geleceğimiz için rahatlarını bozarak aramıza katılan kıymetli misafirlerimiz,siz cefakar değerli basın mensubu arkadaşlarımız ve en sevimli geleceğimiz olan yavrularımız bu anlamlı günde bu anlamda buraya geldiğiniz için hepiniz hoş geldiniz. Farklı bir sendikacılık çizgisinde yürüttüğümüz çalışmalarımıza bu kez 2000 fidanı sizlerle birlikte toprakla buluşturmayı planladık. Son yıllarda küresel ısınmanın ayyuka çıktığı günümüzde, kuraklık ve çölleşme toplum olarak Ülkemizi, yaşadığımız şehir olarak da Antakya’mızı kara kara düşündürüyor. Bir yandan yaz döneminde cayır cayır yanan 500 hektarın üzerindeki ormanlık alanlarımızın acısını ve üzüntüsünü yüreğimizden henüz atmış değiliz. Ağlayıp karalar bağlama yerine icraat yapmanın doğru olacağı kanaatindeyiz.Bu bugün,burada çocuklarımızla beraber gelerek hem onlara ağaç sevgisini vermiş oluyoruz hem de tarihi görevimizi yerine getirmiş oluyoruz” dedi.
Antakya'nın Ballıöz Köyünde fidan dikimi için kazma küreklerle çalışan sendika üyeleri ve vatandaşlara çocuklar da destek verdi. Minik çocuklar ellerine kaptıkları fidanları aileleriyle birlikte toprakla buluşturmanın heyecanını yaşadı.
BASK Hatay Temsilcisi Metin Yılmaz fidan dikiminde yaptığı açıklamada, "Bask tarihi ve toplumsal görevi yerine getirdi.Yılmaz yaptığı konuşmada,Bu mücadeleye gönül veren arkadaşlarım, bizimle beraber üşenmeden geleceğimiz için rahatlarını bozarak aramıza katılan kıymetli misafirlerimiz,siz cefakar değerli basın mensubu arkadaşlarımız ve en sevimli geleceğimiz olan yavrularımız bu anlamlı günde bu anlamda buraya geldiğiniz için hepiniz hoş geldiniz. Farklı bir sendikacılık çizgisinde yürüttüğümüz çalışmalarımıza bu kez 2000 fidanı sizlerle birlikte toprakla buluşturmayı planladık. Son yıllarda küresel ısınmanın ayyuka çıktığı günümüzde, kuraklık ve çölleşme toplum olarak Ülkemizi, yaşadığımız şehir olarak da Antakya’mızı kara kara düşündürüyor. Bir yandan yaz döneminde cayır cayır yanan 500 hektarın üzerindeki ormanlık alanlarımızın acısını ve üzüntüsünü yüreğimizden henüz atmış değiliz. Ağlayıp karalar bağlama yerine icraat yapmanın doğru olacağı kanaatindeyiz.Bu bugün,burada çocuklarımızla beraber gelerek hem onlara ağaç sevgisini vermiş oluyoruz hem de tarihi görevimizi yerine getirmiş oluyoruz” dedi.
CHP Merkez İlçe “Yolcu” ile devam
CHP’nin dün yapılan Merkez İlçe Kongresine tek liste ile gidildi. Erdem Düğün Salonunda gerçekleştirilen merkez ilçe kongresine, CHP Hatay Milletvekilleri Fuat Çay ile Gökhan Durgun katıldı. Merkez İlçe Kongresinde, uzun yıllar Hatay İl Kültür Müdürlüğü görevinde bulunan ve emekli olan Hasan Eliaçık da CHP saflarına katıldı.
Hasan Eliaçık’ın CHP rozetini Hatay Milletvekili Fuat Çay takarken, genel kurulun Divan Başkanlığını CHP İl Başkanı Halef Tiftikçi yaptı. Tek liste ile gidilen CHP Merkez İlçe Genel Kurulunda Bedir Yolcu Başkanlığındaki yönetim kurulu üyelerine şu isimler seçildi: Mustafa Akar, Ahmet Alkan, Muhsin Ay, Semir Baklacı, Saniye Bilgin, Deniz Bozkır, Mehmet Gümüş, İbrahim Gürcüoğlu, Eyüp Hoca, İbrahim Kart, Hatun Mansuroğlu, Raife Özbay, Şemsettin Sarıoğlu, Mevlüt Yeşildağ.
13.12.2007
Kerim Dönmez
1957 yılında Antakya'da doğdu. 1969'da Düziçi İlköğretmen Okuluna yatılı öğrenci olarak girdi.1976 yılında öğretmenliğe başladı. Muş, Bursa ve Hatay'ın çeşitli köylerinde ve okullarında görev yaptı. 1985'te Uludağ Üniv. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümünü bitirdi.Çeşitli yerel gazetelerde ve dergilerde yazıları yayımlandı. 2000 yılında bir grup arkadaşıyla AMİK Dergisini çıkardı ve yayın kurulunda bulundu. Dergide üç yıl kadar Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yaptı. Öykü, inceleme,deneme yazmayı sürdürüyor.
TELEFON
Gecenin dinginliğinde kitaplara vermişti kendini.Kitaplar, onun için bir dinlence olduğu kadar kaçıştı da.Sabahattin Ali’nin Kanal adlı öyküsünü okuyordu.Öykünün giriş bölümündeki betimleme çok hoşuna gitti.Bir daha bir daha okudu.
“Çumra kanalının suları Beyşehir Gölünde su rengindedir ;Konya Ovasında kan renginde...
Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz;ben ,Dedemköylü Mehmet’le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.
Konya Ovasının ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır...Siz bunun, rüzgarın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu söyleyeceksiniz ; ben, Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet’in benzinin sarılığından diyeceğim.”
Telefonun zili uzun uzun çaldığında duymazdan geldi.Telefon, çalmayı inatla sürdürünce çevresine bakındı ; eşinin odada olmadığını, yatmaya gittiğini anımsadı. Umarsız,istemeye istemeye, öyküdeki betimleme aklında ,telefona gitti. Arayan , o solgun kasabadan eski bir dosttu.
“Başın sağ olsun! Onu yitirdik.” dedi eski dost.
***
Solgun bir kasabanın yitikliğinde tanımıştı onu. Yıllardan ‘ eylül’ dü ya da yıllar ‘eylül’ün on ikisiydi.Bir saatin bitmez tükenmez tik taklarında, donuk ve bungun bir yalnızlıkta işsiz, açıkta, dayanaksız boğulurken tanımıştı onu. Solgun ve devinimsiz o kasabada “Ne olur ne olmaz? “ insanlarının selam bile vermekten kaçındığı ayrık otuydu. O , hemen yaklaşmıştı yanına; elini, yüreğini, dostluğunu uzatmıştı çekinmesiz, korkusuz....Ne yapmıştı,nereden bulmuştu,bilinmez;bir römork kömür yollamıştı evine.”Eylül’ün soğuğunda titrerken tanımıştı onu.Yüreğinde ateş olmuştu dostlukları eylülün yakıcı,bitirici soğuğuna inat.
Şimdi telefondaki bir dosttan gelen iki sözcüktü yalnızca.”Başın sağ olsun!”Başınız sağ olsundu...her şey sağ olsundu...ağaçlar,kuşlar,böcekler,sevdikleri,sevmedikleri...herkes sağ olsundu...(n’olur o da sağ olsaydı...)
Oysa biliyordu son’un böyle olacağını.Dostunun hastalığını birlikte öğrenmişlerdi.Ameliyat öncesi takılmıştı ona ‘’Hadi kokareç yiyeceğiz.’’demişti.O uğursuz hastalıktan bile eğlence üretmişlerdi birlikte.Ameliyat sonrası,doktorun buz gibi bir sesle,’’Karaciğerine de sıçramış,pek fazla bir şey yapmamız olanaksızdı.’’deyişini anlamak istememişti bir türlü.Sonra hızla eriyişini görmüştü dostunun.Yine de menekşelerin kokusunu yitireceğine,dostluk senfonisinin susacağına,solgun ve devinimsiz o kasabayı ısıtan ateşin söneceğine inanamamış;tanık da olmak istememişti.Atanmasını isteme kararı almıştı böylece.
***
Solgun ve devinimsiz o kasabadan arayan eski dost sessizliği böldü,’’Hüzünlendin mi dostum?’’ Yanıt veremedi.Boğazındaki düğümler çözülmüyordu bir türlü.Telefonu kapatıp okuduğu kitabı eline alınca Sabahattin Ali’nin öyküsünü bir kez daha açtı.Epriyen gecede ışığın titrek vuruşlarıyla aydınlanan öykü yapraklarına,kırılgan bir yelkovanın tik taklarında yaşayan dostunun sureti düştü.Kukumav kuşlarının yürek kanırtan çığlıkları böldü geceyi.
Yüreğine çöken;eskil,ıssız bir kentin bildik,tanıdık hüznüydü.
10.12.2007
Tuncel Kurtiz:Diziler işsiz kalmamızı engelledi
Ünlü Sinema Oyuncusu Tuncel Kurtiz, Türkiye'de özellikle son dönemlerde yapılan dizileri bir manipülasyon olarak değerlendirerek, "Dizilerin bizim şu güzel yanı vardır. Benim ve benim gibi çok sayıda arkadaşımın işsiz kalmamasına, parasız kalmamasına aç kalmamasına neden olmuştur.İnsanlar şüphesiz iyi veya kötü anlamda bir ayrım yapmaktadırlar. Bir söz var aç kalmaktansa tok kalmak daha iyi idi. Eskiden ne sigorta vardı, ne çalışma durumu iyi değildi, şimdi bu nedenle iyidir. Ama dizi 9 ay ölü doğan bir çocuk gibidir, 9 ay izlerseniz ve sona erir ve bir daha izleyemezsiniz" dedi.
Ünlü Sinema Oyuncusu Tuncel Kurtiz, Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'ne ait Millennium Sosyal ve Kültürel Tesisleri'nde 'Sinema ve Yaşama Dair' adlı söyleyişi verdi. Türk sinemasının geçmişte Hollywood Sineması'na özendiğini belirterek, "1980'den sonra Türk Sineması büyük bir düşüş yaşadı özellikle Erotik filimler daha ağır bastı. Sadece Türk sineması bu olaydan kötü anlamda etkilenmedi. Yabancı sinemada bu doğrultuda çalışmalar yaptı" dedi. Son dönem Türk sinemasında bir ilerlemenin olduğunu ifade eden Kurtiz, şunları söyledi:
"Mesela son dönem filmlerine imza atan Fatih Akın var, çok kötü koşullardan sıyrılarak bugünlere gelen ve güzel filmlere imza atmıştır. Ama ben eskiden bir sinemaya film izlemeye gittiğimde üstümü başıma dikkat ederdim, en iyi giysilerimi giyerdim, filme emeği geçenlere saygı gösterirdim ama şuan o günlerin çok uzağında bir film izleme tekniğimiz var."
TRT siyah beyaz döneminde çok iyi dizilerin çekildiğini ve bununda reyting kaygının olmamasının sonucu olduğunu ifade eden Kurtiz, "Şimdi ise 400 bin dolar gibi bir pastadan hatta Amerika'da bunun birkaç katı bir pastadan bahsediliyor. Sonuçta bizde bir ekmek arasıyız" şeklinde konuştu. Özellikle tiyatroda çok sesliliğe doğru gittiğini belirten Kurtiz, yurt içinde ve yurt dışında oynadığı tiyatro oyunlarından örnek verdi.
Yılmaz Güney’in Türkiye’de önemli yapı taşları arasında olduğunu ifade eden Kurtiz, şunları söyledi: "Yılmaz benim üniversite arkadaşımdı. Bende hikayeler yazardım, O’da. Ben soyut hikayeler yazarken O daha çok somut hikayeler yazardı. İşte, o hikayeler yüzünden komünizm propagandası yaptı diye gencecik çocuğu 7,5 seneye mahkum ettiler. Askerliğimizi de Muş’ta aynı yerde yaptık. Ben sonra 'Şeytanın Uşakları' adlı bir film yaptım, Yılmaz’da bana beraber çalışmayı teklif etti. Onunla beraber 'Üçünüzü de Mıhlarım', 'Konyakçılar Kralı', 'Haracıma Dokunma', 'Sayılı Kabadayılar', 'Çirkin Kral' gibi filmler yaptık. Onunla en son Türkiye’de 'Umut' filmini çektik. Bu filmi, Kaan Film Festivali'ne götürdük. Filmin Türkiye dışına çıkarılması yasaklandı, herkes benim kaçırdığımı düşündü. Aslında bu film Türkiye’yi kötüleyen bir film değil, sosyal gerçekçi bir filmdi.Yılmaz Güney’in Türk sinemasına kattıkları asla tartışmazdır ve yeri zor doldurulur diye düşünüyorum"
Ünlü Sinema Oyuncusu Tuncel Kurtiz, Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'ne ait Millennium Sosyal ve Kültürel Tesisleri'nde 'Sinema ve Yaşama Dair' adlı söyleyişi verdi. Türk sinemasının geçmişte Hollywood Sineması'na özendiğini belirterek, "1980'den sonra Türk Sineması büyük bir düşüş yaşadı özellikle Erotik filimler daha ağır bastı. Sadece Türk sineması bu olaydan kötü anlamda etkilenmedi. Yabancı sinemada bu doğrultuda çalışmalar yaptı" dedi. Son dönem Türk sinemasında bir ilerlemenin olduğunu ifade eden Kurtiz, şunları söyledi:
"Mesela son dönem filmlerine imza atan Fatih Akın var, çok kötü koşullardan sıyrılarak bugünlere gelen ve güzel filmlere imza atmıştır. Ama ben eskiden bir sinemaya film izlemeye gittiğimde üstümü başıma dikkat ederdim, en iyi giysilerimi giyerdim, filme emeği geçenlere saygı gösterirdim ama şuan o günlerin çok uzağında bir film izleme tekniğimiz var."
TRT siyah beyaz döneminde çok iyi dizilerin çekildiğini ve bununda reyting kaygının olmamasının sonucu olduğunu ifade eden Kurtiz, "Şimdi ise 400 bin dolar gibi bir pastadan hatta Amerika'da bunun birkaç katı bir pastadan bahsediliyor. Sonuçta bizde bir ekmek arasıyız" şeklinde konuştu. Özellikle tiyatroda çok sesliliğe doğru gittiğini belirten Kurtiz, yurt içinde ve yurt dışında oynadığı tiyatro oyunlarından örnek verdi.
Yılmaz Güney’in Türkiye’de önemli yapı taşları arasında olduğunu ifade eden Kurtiz, şunları söyledi: "Yılmaz benim üniversite arkadaşımdı. Bende hikayeler yazardım, O’da. Ben soyut hikayeler yazarken O daha çok somut hikayeler yazardı. İşte, o hikayeler yüzünden komünizm propagandası yaptı diye gencecik çocuğu 7,5 seneye mahkum ettiler. Askerliğimizi de Muş’ta aynı yerde yaptık. Ben sonra 'Şeytanın Uşakları' adlı bir film yaptım, Yılmaz’da bana beraber çalışmayı teklif etti. Onunla beraber 'Üçünüzü de Mıhlarım', 'Konyakçılar Kralı', 'Haracıma Dokunma', 'Sayılı Kabadayılar', 'Çirkin Kral' gibi filmler yaptık. Onunla en son Türkiye’de 'Umut' filmini çektik. Bu filmi, Kaan Film Festivali'ne götürdük. Filmin Türkiye dışına çıkarılması yasaklandı, herkes benim kaçırdığımı düşündü. Aslında bu film Türkiye’yi kötüleyen bir film değil, sosyal gerçekçi bir filmdi.Yılmaz Güney’in Türk sinemasına kattıkları asla tartışmazdır ve yeri zor doldurulur diye düşünüyorum"
6.12.2007
Haydar Ergülen
Yarın Gece
Yarın gece gideceğim bu kentten
Bir ırmağa yolcuyum sular çekiyor beni
Yüreğimden başka taşıyacak yüküm yok
Sayılmazsa göğsümden düşen kuş ölüleri
Sözüm yok işte yüzüm işte akşam
Sesimde anıların sessizliği
İçimde acıyla yürüyorum yolları
Çoktandır yolumu ayırdığım bu kentten
Yorulsam da bir daha binmem o trenlere
Kimse karşılamasın istasyonlarda beni
Kuşsuz bir kent gizli uzayan saçlarımda
Aşktan ve anılardan bir avuç külüm şimdi
Ardımda usulca akan küçücük sular
Bir onlar uğurluyor varacağım ırmağa
Sözüm yok işte yüzüm işte akşam
Sesimde anıların sessizliği
Sonunda bir soru gibi kaldım yine kendimle
Kentin kırık aynasında eksildikçe düşlerim
Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı
Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?
Yarın gece gideceğim bu kentten
Bir ırmağa yolcuyum sular çekiyor beni
Yüreğimden başka taşıyacak yüküm yok
Sayılmazsa göğsümden düşen kuş ölüleri
Sözüm yok işte yüzüm işte akşam
Sesimde anıların sessizliği
İçimde acıyla yürüyorum yolları
Çoktandır yolumu ayırdığım bu kentten
Yorulsam da bir daha binmem o trenlere
Kimse karşılamasın istasyonlarda beni
Kuşsuz bir kent gizli uzayan saçlarımda
Aşktan ve anılardan bir avuç külüm şimdi
Ardımda usulca akan küçücük sular
Bir onlar uğurluyor varacağım ırmağa
Sözüm yok işte yüzüm işte akşam
Sesimde anıların sessizliği
Sonunda bir soru gibi kaldım yine kendimle
Kentin kırık aynasında eksildikçe düşlerim
Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı
Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?
Ada Dergisi, Sayı: 9
sevgili ada okuyucuları,
damlayan musluklar gördük. çevresi demir telleriyle örülü evleri, çalar saatin susmasını, yağın süzmesini, uykunun bölünmesini, korkuyu ve de makineye bağlı yaşayan insanları gördük. ölümün (ansızın) çekip gitmek değil çoğu kez ölümsüzlüğe yürümek olduğunu gördük... yaralı kurdu. açamadığımız kapıları. sokakların tenhalığını, köprülerin bağladığını, gazoz şişesinin açma sesinden sonra köpüren asidini. etinden et kopartanları, kendi insanlarını vuran katilleri, kurşunun insanın içini nasıl oyduğunu… yağmurun akıp gittiği camları ve gözlüklerin arkasından bakan hüznü gördük. tabanı yırtık ayakkabıyı, kedinin uysallığını… güzün, yaprakları toplayan bir çiftçi olduğunu. aynada kendini tanımayan insanları da gördük. gözün mavisini, ipin üzerinde asılmış çarşaf çarşaf uykuları. not defterine yazılmış yalnızlığı da, kitapların dolusunu da gördük, boşunu da. göremeyenler için yeni baştan oynatalım görüntüyü.
sevgili okur, 9. kez çıkıyoruz karşınıza. mevsimler birbirini kovalıyor. erguvanlar yeni açmışken en son size seslenmiştik. hayat akıyor ve değiştiriyor birçok şeyi. coğrafyamızda, dünyada dengeler hızla değişiyor. nehirler taşıyor, nükleer santraller yapılıyor, susuzluk kentleri vuruyor. yanı başında bir gölge yitip giderken, insanın gözünde acı görüntüler kalıyor. bizse yaşantımıza güzellik katabilmek adına birkez daha selâmlıyoruz yeni gelen zamanları.
bu sayımızda edebiyatta 40.yılını geride bırakan Selim İleri için özel bir dosya hazırlamaya çalıştık. cumartesi yalnızlığı’nın zarif beyefendisi’nin, uzun yıllar boyunca, eskiyen daktilosunun inatla takılan tuşlarına rağmen, başka aşkları, yalnızlıkları, yitip giden insanları ve gördüğü dünyayı, beyaz kâğıtlara, kitaplara geçirmesini diliyoruz.
haiku tarzı şiir ustalarından şair Tayfun Yücer ile şairliği ve kıbrıs türk şiiri üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi de diğer şiir ve yazılarımızı okuduğunuz gibi büyük keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
ada, temiz edebiyattan yana olanlar için güz’ün son günlerinden kış’ın ilk günlerine doğru ilerlediğimiz bu zamanlarda bir demet nergis kokusu gibi düşsün içinize. ‘her zaman bir başka ada vardır’. dil, bilinç ve ruh kirliliğinden olabildiğince uzakta, edebiyatın müstesna bir yerinde duran okuyucumuza merhaba!
4 / leyla ipekçi / dokuz yapraklı güneş (şiir)
6 / kenar sarıalioğlu / kara çocuk (şiir)
7 / asuman omay / halka (şiir)
8 / çiğdem sezer / kiracı (şiir)
10 / korhan altunyay / atilla ilhan ve kişisel hayatım
14 / ayşe keskin / isabella
15 / aydın afacan / soru deryada (şiir)
16 / biyografi
18 / selim ileri / köhnemiş bir edebiyat
20 / 10 yazar - şair selim ileri’ye soruyor
22 / ayşe sarısayın / selim ileri’ye gecikmiş bir ‘yalnızlık’ mektubu
24 / ertuğrul aydın / selim ileri’den ayrılığın ilk yazı
26 / karin karakaşlı / hayat ile edebiyat sıratının beyefendisi
27 / mehmet ünver / bir başka selim ileri
29 / fatih kanter / anılardan epigraflara: selim ileri
31 / hasan öztürk / fotoğrafın arka fonu
34 / duygu seçkin / saz caz düğün varyete’den o belde’ye
36 / selçuk erat / selim ileri ve romanları üzerine küçük bir deneme
37 / serkan türk / suda ölen yalı
39 / arzu alkan / bodrum’da camdan bir heykel
41 / murat ergin / dünebakanlar
43 / ersun çıplak / veda lirikleri (şiir)
44 / mehmet şâmil / kızıl bir vehim (şiir)
45 / fatma esti / üç (şiir)
46 / serdar bedii omay / zen yazıları - 1
48 / onur caymaz / dünebakan
50 / arş .gör. veysel şahin / tahsin yücel’in öykülerinde böyle buyurdu aşk
55 / ömer üner / caz, edip cansever ve bir alkoliğin güncesi (şiir)
56 / serkan ozan özağaç / al-i imran (şiir)
57 / murat karacan / dağın öte yüzü (şiir)
58 / yrd. doç. dr. erol ülgen /
“haiku” tarzı şiir ustalarından şair tayfun yücer ile şairliği ve kıbrıs türk şiiri üzerine söyleşi
63 / ahmet doğan / “divan edebiyatında mahlas ve mahlas - nameler”
64 / burcu aker / annem için bir o’nsuz / ‘babam için bir sonsuz’u okuduktan çok sonra (şiir)
66 / m. sinan karadeniz / köz balesi - 1 (şiir)
68 / selçuk küpçük / cinayet mahalli (şiir)
69 / ersin yener yazıcı / ebrû: aşk ve su
71 / ömer turan / filizkıran fırtınası (şiir)
72 / iki şiir kitabı
bilgi için 0-462 223 41 36
0 505 496 94 93
serkanturk61@gmail.com
P.K 203-TRABZON
damlayan musluklar gördük. çevresi demir telleriyle örülü evleri, çalar saatin susmasını, yağın süzmesini, uykunun bölünmesini, korkuyu ve de makineye bağlı yaşayan insanları gördük. ölümün (ansızın) çekip gitmek değil çoğu kez ölümsüzlüğe yürümek olduğunu gördük... yaralı kurdu. açamadığımız kapıları. sokakların tenhalığını, köprülerin bağladığını, gazoz şişesinin açma sesinden sonra köpüren asidini. etinden et kopartanları, kendi insanlarını vuran katilleri, kurşunun insanın içini nasıl oyduğunu… yağmurun akıp gittiği camları ve gözlüklerin arkasından bakan hüznü gördük. tabanı yırtık ayakkabıyı, kedinin uysallığını… güzün, yaprakları toplayan bir çiftçi olduğunu. aynada kendini tanımayan insanları da gördük. gözün mavisini, ipin üzerinde asılmış çarşaf çarşaf uykuları. not defterine yazılmış yalnızlığı da, kitapların dolusunu da gördük, boşunu da. göremeyenler için yeni baştan oynatalım görüntüyü.
sevgili okur, 9. kez çıkıyoruz karşınıza. mevsimler birbirini kovalıyor. erguvanlar yeni açmışken en son size seslenmiştik. hayat akıyor ve değiştiriyor birçok şeyi. coğrafyamızda, dünyada dengeler hızla değişiyor. nehirler taşıyor, nükleer santraller yapılıyor, susuzluk kentleri vuruyor. yanı başında bir gölge yitip giderken, insanın gözünde acı görüntüler kalıyor. bizse yaşantımıza güzellik katabilmek adına birkez daha selâmlıyoruz yeni gelen zamanları.
bu sayımızda edebiyatta 40.yılını geride bırakan Selim İleri için özel bir dosya hazırlamaya çalıştık. cumartesi yalnızlığı’nın zarif beyefendisi’nin, uzun yıllar boyunca, eskiyen daktilosunun inatla takılan tuşlarına rağmen, başka aşkları, yalnızlıkları, yitip giden insanları ve gördüğü dünyayı, beyaz kâğıtlara, kitaplara geçirmesini diliyoruz.
haiku tarzı şiir ustalarından şair Tayfun Yücer ile şairliği ve kıbrıs türk şiiri üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi de diğer şiir ve yazılarımızı okuduğunuz gibi büyük keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
ada, temiz edebiyattan yana olanlar için güz’ün son günlerinden kış’ın ilk günlerine doğru ilerlediğimiz bu zamanlarda bir demet nergis kokusu gibi düşsün içinize. ‘her zaman bir başka ada vardır’. dil, bilinç ve ruh kirliliğinden olabildiğince uzakta, edebiyatın müstesna bir yerinde duran okuyucumuza merhaba!
4 / leyla ipekçi / dokuz yapraklı güneş (şiir)
6 / kenar sarıalioğlu / kara çocuk (şiir)
7 / asuman omay / halka (şiir)
8 / çiğdem sezer / kiracı (şiir)
10 / korhan altunyay / atilla ilhan ve kişisel hayatım
14 / ayşe keskin / isabella
15 / aydın afacan / soru deryada (şiir)
16 / biyografi
18 / selim ileri / köhnemiş bir edebiyat
20 / 10 yazar - şair selim ileri’ye soruyor
22 / ayşe sarısayın / selim ileri’ye gecikmiş bir ‘yalnızlık’ mektubu
24 / ertuğrul aydın / selim ileri’den ayrılığın ilk yazı
26 / karin karakaşlı / hayat ile edebiyat sıratının beyefendisi
27 / mehmet ünver / bir başka selim ileri
29 / fatih kanter / anılardan epigraflara: selim ileri
31 / hasan öztürk / fotoğrafın arka fonu
34 / duygu seçkin / saz caz düğün varyete’den o belde’ye
36 / selçuk erat / selim ileri ve romanları üzerine küçük bir deneme
37 / serkan türk / suda ölen yalı
39 / arzu alkan / bodrum’da camdan bir heykel
41 / murat ergin / dünebakanlar
43 / ersun çıplak / veda lirikleri (şiir)
44 / mehmet şâmil / kızıl bir vehim (şiir)
45 / fatma esti / üç (şiir)
46 / serdar bedii omay / zen yazıları - 1
48 / onur caymaz / dünebakan
50 / arş .gör. veysel şahin / tahsin yücel’in öykülerinde böyle buyurdu aşk
55 / ömer üner / caz, edip cansever ve bir alkoliğin güncesi (şiir)
56 / serkan ozan özağaç / al-i imran (şiir)
57 / murat karacan / dağın öte yüzü (şiir)
58 / yrd. doç. dr. erol ülgen /
“haiku” tarzı şiir ustalarından şair tayfun yücer ile şairliği ve kıbrıs türk şiiri üzerine söyleşi
63 / ahmet doğan / “divan edebiyatında mahlas ve mahlas - nameler”
64 / burcu aker / annem için bir o’nsuz / ‘babam için bir sonsuz’u okuduktan çok sonra (şiir)
66 / m. sinan karadeniz / köz balesi - 1 (şiir)
68 / selçuk küpçük / cinayet mahalli (şiir)
69 / ersin yener yazıcı / ebrû: aşk ve su
71 / ömer turan / filizkıran fırtınası (şiir)
72 / iki şiir kitabı
bilgi için 0-462 223 41 36
0 505 496 94 93
serkanturk61@gmail.com
P.K 203-TRABZON
3.12.2007
AKKÖY
AKKÖY Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi Kasım-Aralık 2007, Sayı:45, Yıl:8
İçindekiler:
DOSYA: "EDEBİYATIN ÖZNESİ: İNSAN"
Güven Pamukçu / İyi Gün...
Güven Pamukçu / Askere Giden Şiir
Şener Aksu / Edebiyatın Öznesi de Nesnesi de İnsandır
Zehra Ünüvar / Edebiyatın Öznesi İnsan
Arzu K. Ayçiçek / Anladım
Bilsen Başaran / Edebiyatın İnsanı ve İnsanın Edebiyatı Üstüne
Nuray Gök Aksamaz / Edebiyatın Öznesi İnsan
Gönül Çatalcalı / Edebiyatın "Her Şeyi" İnsan
Nalan Çelik / Edebiyatın Öznesi... İnsan
Nursen Ural / Öznesi İnsan Olmayan Sanat Var mı?
Aydanur Saraç / Yüzler, Hayata Açılan Bahçe Kapısı
Cennet Bilek / Balçık ve Çamurdan Yaradılan İlk İnsan Erkek miydi?
Korkut Köseoğlu / Edebiyat ve İnsan
Onur Aslan / Gizli ve Özne
Kerim Yalçınkaya / Söğütlü Kahve
Bülent Top / O Sensin
Ali Özenç Çağlar / Permagonlu Aristonikos
Ayten Özmeral / Yürektir Acıyan Kadere
Bilsen Başaran / Pusu
Akköy Kütüphanesi Okuma Günlerinden Fotoğraflar Akköy-Didim 1, Tiyatro ve Müzik Günleri'nden Fotoğraflar
Yazışma Adresi:
Şükran Güngör Sokağı Akköy-Didim-AYDIN
e-mail: akkoydergisi@gmail.com
İçindekiler:
DOSYA: "EDEBİYATIN ÖZNESİ: İNSAN"
Güven Pamukçu / İyi Gün...
Güven Pamukçu / Askere Giden Şiir
Şener Aksu / Edebiyatın Öznesi de Nesnesi de İnsandır
Zehra Ünüvar / Edebiyatın Öznesi İnsan
Arzu K. Ayçiçek / Anladım
Bilsen Başaran / Edebiyatın İnsanı ve İnsanın Edebiyatı Üstüne
Nuray Gök Aksamaz / Edebiyatın Öznesi İnsan
Gönül Çatalcalı / Edebiyatın "Her Şeyi" İnsan
Nalan Çelik / Edebiyatın Öznesi... İnsan
Nursen Ural / Öznesi İnsan Olmayan Sanat Var mı?
Aydanur Saraç / Yüzler, Hayata Açılan Bahçe Kapısı
Cennet Bilek / Balçık ve Çamurdan Yaradılan İlk İnsan Erkek miydi?
Korkut Köseoğlu / Edebiyat ve İnsan
Onur Aslan / Gizli ve Özne
Kerim Yalçınkaya / Söğütlü Kahve
Bülent Top / O Sensin
Ali Özenç Çağlar / Permagonlu Aristonikos
Ayten Özmeral / Yürektir Acıyan Kadere
Bilsen Başaran / Pusu
Akköy Kütüphanesi Okuma Günlerinden Fotoğraflar Akköy-Didim 1, Tiyatro ve Müzik Günleri'nden Fotoğraflar
Yazışma Adresi:
Şükran Güngör Sokağı Akköy-Didim-AYDIN
e-mail: akkoydergisi@gmail.com
Berfin Bahar
Berfin Bahar Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Aralık 2007 – 118. Sayı, 5 YTL
Bu Sayıda;
Sunu / 4 Haluk Güriz / Stoa Felsefesinin Günümüzdeki Önemi ve Tarihçesi / 5 Tan Doğan / Felsefenin Neresindeyiz? / 10 M. Şehmus Güzel / Abidin ve Güzin’le Üç Vakte Kadar Adana / 19 Abidin Dino Kitapları / 25 Abdullah Gürgün / Peter Curman ile Nobel, Türkiye ve Yazarlık Üzerine / 26 Mahir Ünlü / Ulusçuluk-Ulusalcılık Nedir, Nasıl Olmalı? / 41 Halit Payza / Avrupa Birliği Kıskacında Türkiye / 43 Dr. Şadi AydınAyna-Saç-Tarak / 54 Mehmet BaşaranBir Deliorman Çocuğudur Etem Ütük / 56 Müslüm Üzülmez / Mehmed Uzun’un Ardından... / 58
DENEME / ANLATI: Bertan Onaran 33 • YÜZ ÇİÇEK: A. Metin Akpınar 51 •
ÖYKÜLER: İzzet Harun Akçay 16 • Ruşen Ergün 36 • Cazim Gürbüz 53 • M. Fikret Ünlüer 62 •
ŞİİRLER: Yılmaz Gruda 9 • Necmettin Çakır 13 • Mustafa Suphi 15 • Muzaffer Dizman 18 • Hüsam Kurt 20 • Atilla Yarşin 24 • Peter Curman 28-30 • Mustafa Işık 32 • Leman Julide K. 35 • Zeki Karaaslan 39 • Zafer Yalçınpınar 40 • Arzu Karadağ 41 • Birsen Varol 44 • Hasan Koç 50 • Halit Bedirboz 52 • Onur Aslan 59 • Enver Sipahioğlu 61 • Tabir Gökçe 63 • Mehmet Sarı 65 • Ozan Eren • Fazıl Hüsnü Dağlarca 84 (Arka kapak) •
KİTAP: Özbek İncebayraktar 64 • Fahrettin Demir 66 • Zeki Büyüktanır 68 • Bülent Habora 70 • Kapak Arkası 71 • MÜZİK: Albümler Arasında 79 •
KAPAK FOTOĞRAFI: İsmet Arslan •
Bu Sayıda;
Sunu / 4 Haluk Güriz / Stoa Felsefesinin Günümüzdeki Önemi ve Tarihçesi / 5 Tan Doğan / Felsefenin Neresindeyiz? / 10 M. Şehmus Güzel / Abidin ve Güzin’le Üç Vakte Kadar Adana / 19 Abidin Dino Kitapları / 25 Abdullah Gürgün / Peter Curman ile Nobel, Türkiye ve Yazarlık Üzerine / 26 Mahir Ünlü / Ulusçuluk-Ulusalcılık Nedir, Nasıl Olmalı? / 41 Halit Payza / Avrupa Birliği Kıskacında Türkiye / 43 Dr. Şadi AydınAyna-Saç-Tarak / 54 Mehmet BaşaranBir Deliorman Çocuğudur Etem Ütük / 56 Müslüm Üzülmez / Mehmed Uzun’un Ardından... / 58
DENEME / ANLATI: Bertan Onaran 33 • YÜZ ÇİÇEK: A. Metin Akpınar 51 •
ÖYKÜLER: İzzet Harun Akçay 16 • Ruşen Ergün 36 • Cazim Gürbüz 53 • M. Fikret Ünlüer 62 •
ŞİİRLER: Yılmaz Gruda 9 • Necmettin Çakır 13 • Mustafa Suphi 15 • Muzaffer Dizman 18 • Hüsam Kurt 20 • Atilla Yarşin 24 • Peter Curman 28-30 • Mustafa Işık 32 • Leman Julide K. 35 • Zeki Karaaslan 39 • Zafer Yalçınpınar 40 • Arzu Karadağ 41 • Birsen Varol 44 • Hasan Koç 50 • Halit Bedirboz 52 • Onur Aslan 59 • Enver Sipahioğlu 61 • Tabir Gökçe 63 • Mehmet Sarı 65 • Ozan Eren • Fazıl Hüsnü Dağlarca 84 (Arka kapak) •
KİTAP: Özbek İncebayraktar 64 • Fahrettin Demir 66 • Zeki Büyüktanır 68 • Bülent Habora 70 • Kapak Arkası 71 • MÜZİK: Albümler Arasında 79 •
KAPAK FOTOĞRAFI: İsmet Arslan •
2.12.2007
Onur Caymaz
İSTİKLAL CADDESİ
O kırık gülyağı kokusu hep, aynanın önünde, gece düşlerinde. Düşlerde koku görmek, duymak yani, hayatı hiç bitmeyen bir ses edasıyla sızdırmak içindeki sokaklara. O gülyağı kokusu hep.
Kapının arkasındaki çivide asılı duran başörtüsüne, tülbent de derdi, yemyeşil gözleriyle kalın camlı gözlüklerinin arkasından bakan annem. Oysa başörtüsü tül gibi, bir pencereyi örter gibi, sanki her an bir yerlerden uçup dışarı çıkacak, artık durmaktan çok sıkılmış odalar gibi…
“Se se sessiz bir cindir be be benim babam, gece ya ya yarıları kalkıp namaz kı kı kı kılar. Abdest alırken üst katta ta takunyalarla do do dolaşır. Ko ko korkarım Hamit. Ço çok korkarımmm.”
Oysa Hamit bıyıklı, geceleri çok geç çıkıyor işten, ayna sırlıyor habire. Aynaya sürülen sır gibi gümüşî bir suyun içinden çıkmış sanki elleri. Ellerine değince kanında bir gümüş yalnızlığı. İnceden bir ter kokusu Hamit’in gömleğinde, yaz akşamları geç vakitlerde. Geceleri ta Sultanahmet’e kadar gelen deniz havaları.
Hamit bir yere götürmediği zaman yalnız. Hamit kocaman bir düş. Bıyıkları her sabah dudaklarının ince kıvrımlarına diken diken batan, hiçbir zaman öpemediği dudaklarına. Pencere önlerinde çekirdek içlemeleri, işten gelen kardeşine yemek hazırlamaları, babasının sürdüğü gülyağının baygın kokusu. Sonra yine Hamit, sonra babasının hep boş verip dolu istediği yemek tabakları, ne yaptın bu akşam kızımlar… Sonra dilinin ucunda yıllar,
kelimeler dilinin ucunda,
kekeleyip durduğu,
söyleyemediği…
Yatağın altına saklamıştım kitabı. “Gerek yok be kızım, kitap mitap boş iş,” diyor Hamit. Füruzan diye bir kadın yazmış. Karşı mahalleden Nermin verdi. “Al bak biraz,” dedi. Ona da sevgilisi hediye etmiş. Hep evine gittiği bir sevgilisi var Nermin’in.
“Yatıyoruz biz kızım,” diyor.
“Bi bi birrlikte mi ya yani.”
“Yok ailecek. Allah iyiliğini versin, herhalde birlikte kızım.”
“Hiç bi bişey bilmediğimmm için kı kı kırıyorlar üzüyorlar beni Hamit.”
Görmemişliğimle alay ediyorlar sanki. Ne yapayım, Erzurum değil ki burası. Her şey daha zor burada. Annemi bile öldürdü bu şehir. Babam sessiz bir cin, geceleri kalkıp arasıra yıkanıyor. Bir kadın yok ki yanında. Abdest alıyor. Yağmur yağıyor hep geceleri, babam ıpıslak bir adam.
Beyoğlu’nun ışıklarından bahsediyor kitap. Nermin, bir kez gitmiş Beyoğlu’na. Sevgilisi götürmüş onu.
“Kitapta okudun ya kız valla aynı öyle sinemalar var.”
“Hangi fi filme gi gittiniz. Tü Türkân Şoray mı?”
“Ooo film mi gördü gözümüz kızım, her yer karanlık, bacaklarımı tuttu, okşadı…”
Nermin benim gibi değil, alımlı, güzel. Ruj verdi bana geçen gün. “Al sür,” dedi. Bir de kısa etek. Kısa eteği sakladım. Giyemem. Hamit istemez başka erkeklerin beni o halde görmesini. Babam evde yoktu, kardeşim de arkadaşlarına gitmişti, aynaya sürdüm ruju. Hamit’i çizdim sonra sanki, onun ayna sırlayan kuvvetli ellerini çizdim aynaya. Kitaptaki kız gibi dövmez beni babam. Benimle bir kelime dışında hiç konuşmaz: “Ne yemek var?”
Geçen gün bir kız aradı evi, Tuncay’ı istedi, erkek kardeşimi. Kıskandım. Çocukluğumuzda, pazar günleri beraber kasabadaki çarşıya inerdik Tuncay’la, pastaneye giderdik. Yağmur yağardı. Sıkılırdık. Pastanenin karşı sokağında, tabureleri dışarı serilmiş bir kahve… Bir çavuş vardı. Hep bana bakardı. Çopur yüzlü bir şeydi. “Tek kazık onbaşı, çift kazık çavuş olur,” demişti Tuncay.
Bir tek tulumba tatlısı vardı o pastanede. Keşkülü önermişti bir arkadaşım. Hele tavukgöğsünü çok severmişim yesem. İstanbul’da görmüş. İlkokuldan arkadaşımdı, sonra Almanya’ya gittiler yerleştiler. Babası işçi olacaktı orada. Çok merak ederdim tavukgöğsünü. Çatalımı, karşıdaki çavuş bana baktıkça, tulumbanın sert kıvrımlarında gezdirir, korkudan titreyen ellerimle bir türlü batıramaz, sinirlenirdim.
“Ne kitabı o yavrum?”
“B Benim Sinemalarım Hamit. Fü Füruzan diye bir kadının.”
“Füruzan ne ? Soyadı yok mu bu kadının”
“…”
Pis pis sırıtıyor. “Hem sinemaya hiç gittin mi ki sen kız ?”
“Gi gittim ya bizim oradayken gitmiştim Tuncay’la, ne gü gü gülüyorsun be.”
Elini omzuma atıyor. Eminönü’ne doğru iniyoruz, gün batmak üzere.
“Çççek elini .”
“Tamam tamam sinirlenme. Erzurum’da gittiğin sinemalar buradakilere benzemez yavrum.”
(Bana yavrum diyor, bu hoşuma gidiyor, ama o kadar.)
“A adam olsaydın da alıp bi kere gö gö götür seydin o zaman,” deyip uzaklaşıyorum yanından. Sarılmak isteyen kolu havada kalıyor, susuyoruz.
“Götürmem seni öyle yerlere kızım,” diyor. “Kimin eli kimin cebinde belli değil, yavşak mıyım, godoş muyum ben?”
“Beyoğlu’na yağmur yağarken çok güzel olur,” diyor Nermin. “Eski caddeler var insanı sıcacık saran kürkler, pahalı yüzükler…”
“Ba babamın parmağında bi bi bir yüzük var.”
“Öyle yüzük değil kızım bunlar, babandaki hacı yüzüğü, bunlar başka. Şu dilini de düzeltemedin bir türlü.”
“Ne ne yapayım,” diyorum. “Annem öldükten so so sonra hiiiiç düzellmedi. Ko ko nuşmak istiyorum, ke ke ke….”
Kelimeler düğüm düğüm boğazımda.
Eminönü’nde bir akşam vapur iskelesindeyiz.
“Vapura binelim mi ?” diyor Hamit.
“Olur ama gegeç kakakalmaaayalım.”
“Yok yavrum ben seni bırakırım eve.”
“Sososonra geç olmayacak mı seeenin evine gitmenn ?”
“Yok yok merak etme sen.”
Vapurdayız.
“Be Beyoğlu ne tarafta ka ka kalıyo Hamit.”
“Bak bu taraf Beşiktaş, bu taraf Galata. Galata’nın üstü Beyoğlu. Taktın sen de şu kitap yüzünden Beyoğlu’na…Gel bakayım şöyle yanıma,” diyor.
“Eve ggeç kalacağız.”
“Ne yapalım yavrum. Vapurdayız nasıl olsa. Şimdi geri dönmez ki bu vapur.”
Küçük bir aralıktan deniz görünüyor. Biraz uzağında tuvaletten yayılan ekşi bir koku. Tuvaletin önünden geçerken, aynayı görüyorum. Hamit’i görüyorum. Geniş omuzlarında başım. Bir köşeye götürüyor beni. Ayna aklımda. Birden öpmeye kalkıyor.
“Du dur yapppma ne ne olur. Ççok he heyecanlanıyorum.”
Leylak rüzgârı… Çantam omzumda asılı olduğu yerden bileğime kadar düşüyor.
“Ça çantam düşecek,” diyorum.
“Siktir et çantayı,” diyor. “Seni seviyorum.”
Çantanın fermuarını açık unutmuşum. Kitap iyice açılmış çantadan denize düşüyor.
“Bbeenim Sinemalarımm,” diyorum. “Bi bi dakka ya düştü. Be benim d değildi o kitap.”
“Aman be,” diyor. “İki dakka düzgün konuş.”
Ellerini alıyor benden. Büyük ellerini.
“Bbben Hamit derken hiç kekekekekelemedim ama.”
O sırada önlerinden vapurdaki görevlilerden birisi geçiyor. Toparlanıyorlar. Vapur yanaşıyor…Gecenin kandili söndü.
Evdeyim. Bir tokatla kanepeye savruluyorum, kalkıyorum bir tokat daha vuruyor öbür yanağıma, müteahhit babam.
“Neden geç kaldın,” diyor.
“Bababa bi bi bi işşş…”
“Ne diyorsun be düzgün konuş,” diyor. “Kardeşinin arkadaşları görmüş Eminönü’nde geziyormuşsun. Orospu mu olacaksın ulan?”
Sol kolum mosmor. Hamit’i bir aydır görmedim. Dudaklarım aşk yarası, kelimelerim hep yarımdı. Nermin geldi yine bir akşamüstü.
“Kitabımı bitirdinse geri versene artık,” diyor.
“Yok,” diyorum.
“Bitirmedin mi daha kızım ?”
“Yok bibibitirmeeedim değil, kikitap yookk.”
“Nerede ?”
“Kakayybolduu.”
Bozuluyor biraz.
“Neyse üzülme,” diyor. “Hem sana sevineceğin bir haber vereceğim. Kitap yok ama Beyoğlu’nu göreceksin sonunda.”
“Na nasıl ?” diye fırlıyorum yerimden, ta içimde duyuyorum kolumun acısını.
“Cumartesi beraber gideceğiz. Sonra da bir pastanede buluşacağız benimkiyle. Enişten sayılır. Hem sen de açılırsın biraz, iyi olur.”
“Ço çok sağoll canımm ka ka kardeşim benimmm,” diyorum. Gözlerim doluyor.
Cumartesi sabahı. Heyecanlıyım. Ne giyeceğimi bilemiyorum. Gençlik, o bembeyaz kuş, ne kadar da kanatlı kalbimde. Aynaya bakmıyorum hiç. Küsüm ya. “O da gelecek bir gün,” diyorum içimden. “Benimle evlenecek. Söyleyeceğim ama ona, saklamayacağım hiçbir şeyi. Bir gün Nermin ve eniştemle beraber,” diyeceğim. Eniştem sayılır tabii; yatıp kalkmışlıkları da var. “Beyoğlu’na gittik ama senin götürmen başka tabii,” diyeceğim, üzülür yoksa.
Babamları yolcu ettim. Sonra biraz ruj sürdüm dudağıma. Çok değil ama. O da nasıl bir şey diye merak ettiğimden. Zil çalıyor. Nermin geldi. Giyinmiş, süslenmiş.
“Ço ço çok heeeyecanlıyım,” diyorum. “Si sinemaya da gi gider mi miyiz? Tü Türkân Şoray varrrsa.”
“Belli olmaz,” diyor Nermin. “Pastanede buluşacağız. Annemler tek başıma izin vermiyor artık bana. Seninle gezmeye gidiyoruz sanıyorlar. Bozma olur mu?”
“Be be ben sizi rahatttsız etmiyeyeyimmm o zaman.”
“Yok canım, benimkiyle de tanıştıktan sonra, bir bahane bulup gezmeye gidersin sen, merak ettiğin Beyoğlu’nu görürsün, sonra yine aynı pastanede buluşuruz…”
“Pe peki,” diyorum. Hamit’i özlüyorum. O beni böyle ortada, böyle yalnız bırakmazdı.
İşte Galata Köprüsü. İlk kez geçiyorum sınırı. Kitabımın, dibinde durduğu deniz. İşte Tünel. Benim sinemam bu. İlk filmim hem de. Enişte beyle buluşacağımız pastaneye geliyoruz. Beklemeye başlıyoruz. Erken geldik biraz galiba.
Nermin bir sigara yakıyor. Ben tavukgöğsü söylüyorum kendime. Şaşırıyorum sigara içmesine. O da şaşırmama. Yirmi dakika geçiyor. Duvarda kocaman bir saat var. Gözüm orada. Belki sinemaya gideriz. Beni de götürürler. Ben hiçbir yer bilmiyorum ki Beyoğlu’nda nasıl tek başıma gezerim diye düşünüyorum. Ama bir yandan onlar da sevgili. Yalnız olmak isterler.
“Geldi işte,” diyor. Nermin’in yüzü kapıya dönük, benim yüzüm Nermin’e. Telaşlanıyorum, elim ayağıma dolanıyor. Ya doğru dürüst konuşamazsam tanışırken, ya kekelersem. “Merhaba hanımlar,” diyor. Dönüyorum sese doğru…
Elimi uzatıyorum, bıyıklarını görünce vazgeçiyorum sıkmaktan. Gözgöze geldiğimiz an… Bildik bıyıklar bunlar. Üzerinde çıktığı ince dudaklara batan.
Elleri öyle büyük, tanıdık, öyle yalan bir dünyadayız.
“Be bebe nim biraz işim va va vardı.”
“Nereye canım,” diyor Nermin. “Kalsaydın bizimle.” Yanında beline sarılmış, hiçbir şey olmamış gibi duran Hamit’e dönüyor: “Değil mi sevgilim?” diyor.
Ağzında ne kadar kötü duran bir kelime “sevgilim”, ne sakil…Ama o, kekelemeden söylüyor işte .
“Evet kalsaydınız hanımefendi,” diyor öteki. “Sinemaya giderdik.” Zorluyor ikisi de kendini. Çok belli bu. Sol kolum sızlıyor, içimde bir kanama. Ah bir gidiş yolunu hatırlayabilsem. Hatırlayabilir miyim?
“Yo yok,” diyorum. “Ben gideyim. Benim Sinemalarım dışarıda.”
Gö gözzzlerimde yaşşşlar çı çı çıkıyorummmm ilk fi fi filmime…
Ezilmiş Leylaklar Kitabı,
Doğan Yay. 2003
O kırık gülyağı kokusu hep, aynanın önünde, gece düşlerinde. Düşlerde koku görmek, duymak yani, hayatı hiç bitmeyen bir ses edasıyla sızdırmak içindeki sokaklara. O gülyağı kokusu hep.
Kapının arkasındaki çivide asılı duran başörtüsüne, tülbent de derdi, yemyeşil gözleriyle kalın camlı gözlüklerinin arkasından bakan annem. Oysa başörtüsü tül gibi, bir pencereyi örter gibi, sanki her an bir yerlerden uçup dışarı çıkacak, artık durmaktan çok sıkılmış odalar gibi…
“Se se sessiz bir cindir be be benim babam, gece ya ya yarıları kalkıp namaz kı kı kı kılar. Abdest alırken üst katta ta takunyalarla do do dolaşır. Ko ko korkarım Hamit. Ço çok korkarımmm.”
Oysa Hamit bıyıklı, geceleri çok geç çıkıyor işten, ayna sırlıyor habire. Aynaya sürülen sır gibi gümüşî bir suyun içinden çıkmış sanki elleri. Ellerine değince kanında bir gümüş yalnızlığı. İnceden bir ter kokusu Hamit’in gömleğinde, yaz akşamları geç vakitlerde. Geceleri ta Sultanahmet’e kadar gelen deniz havaları.
Hamit bir yere götürmediği zaman yalnız. Hamit kocaman bir düş. Bıyıkları her sabah dudaklarının ince kıvrımlarına diken diken batan, hiçbir zaman öpemediği dudaklarına. Pencere önlerinde çekirdek içlemeleri, işten gelen kardeşine yemek hazırlamaları, babasının sürdüğü gülyağının baygın kokusu. Sonra yine Hamit, sonra babasının hep boş verip dolu istediği yemek tabakları, ne yaptın bu akşam kızımlar… Sonra dilinin ucunda yıllar,
kelimeler dilinin ucunda,
kekeleyip durduğu,
söyleyemediği…
Yatağın altına saklamıştım kitabı. “Gerek yok be kızım, kitap mitap boş iş,” diyor Hamit. Füruzan diye bir kadın yazmış. Karşı mahalleden Nermin verdi. “Al bak biraz,” dedi. Ona da sevgilisi hediye etmiş. Hep evine gittiği bir sevgilisi var Nermin’in.
“Yatıyoruz biz kızım,” diyor.
“Bi bi birrlikte mi ya yani.”
“Yok ailecek. Allah iyiliğini versin, herhalde birlikte kızım.”
“Hiç bi bişey bilmediğimmm için kı kı kırıyorlar üzüyorlar beni Hamit.”
Görmemişliğimle alay ediyorlar sanki. Ne yapayım, Erzurum değil ki burası. Her şey daha zor burada. Annemi bile öldürdü bu şehir. Babam sessiz bir cin, geceleri kalkıp arasıra yıkanıyor. Bir kadın yok ki yanında. Abdest alıyor. Yağmur yağıyor hep geceleri, babam ıpıslak bir adam.
Beyoğlu’nun ışıklarından bahsediyor kitap. Nermin, bir kez gitmiş Beyoğlu’na. Sevgilisi götürmüş onu.
“Kitapta okudun ya kız valla aynı öyle sinemalar var.”
“Hangi fi filme gi gittiniz. Tü Türkân Şoray mı?”
“Ooo film mi gördü gözümüz kızım, her yer karanlık, bacaklarımı tuttu, okşadı…”
Nermin benim gibi değil, alımlı, güzel. Ruj verdi bana geçen gün. “Al sür,” dedi. Bir de kısa etek. Kısa eteği sakladım. Giyemem. Hamit istemez başka erkeklerin beni o halde görmesini. Babam evde yoktu, kardeşim de arkadaşlarına gitmişti, aynaya sürdüm ruju. Hamit’i çizdim sonra sanki, onun ayna sırlayan kuvvetli ellerini çizdim aynaya. Kitaptaki kız gibi dövmez beni babam. Benimle bir kelime dışında hiç konuşmaz: “Ne yemek var?”
Geçen gün bir kız aradı evi, Tuncay’ı istedi, erkek kardeşimi. Kıskandım. Çocukluğumuzda, pazar günleri beraber kasabadaki çarşıya inerdik Tuncay’la, pastaneye giderdik. Yağmur yağardı. Sıkılırdık. Pastanenin karşı sokağında, tabureleri dışarı serilmiş bir kahve… Bir çavuş vardı. Hep bana bakardı. Çopur yüzlü bir şeydi. “Tek kazık onbaşı, çift kazık çavuş olur,” demişti Tuncay.
Bir tek tulumba tatlısı vardı o pastanede. Keşkülü önermişti bir arkadaşım. Hele tavukgöğsünü çok severmişim yesem. İstanbul’da görmüş. İlkokuldan arkadaşımdı, sonra Almanya’ya gittiler yerleştiler. Babası işçi olacaktı orada. Çok merak ederdim tavukgöğsünü. Çatalımı, karşıdaki çavuş bana baktıkça, tulumbanın sert kıvrımlarında gezdirir, korkudan titreyen ellerimle bir türlü batıramaz, sinirlenirdim.
“Ne kitabı o yavrum?”
“B Benim Sinemalarım Hamit. Fü Füruzan diye bir kadının.”
“Füruzan ne ? Soyadı yok mu bu kadının”
“…”
Pis pis sırıtıyor. “Hem sinemaya hiç gittin mi ki sen kız ?”
“Gi gittim ya bizim oradayken gitmiştim Tuncay’la, ne gü gü gülüyorsun be.”
Elini omzuma atıyor. Eminönü’ne doğru iniyoruz, gün batmak üzere.
“Çççek elini .”
“Tamam tamam sinirlenme. Erzurum’da gittiğin sinemalar buradakilere benzemez yavrum.”
(Bana yavrum diyor, bu hoşuma gidiyor, ama o kadar.)
“A adam olsaydın da alıp bi kere gö gö götür seydin o zaman,” deyip uzaklaşıyorum yanından. Sarılmak isteyen kolu havada kalıyor, susuyoruz.
“Götürmem seni öyle yerlere kızım,” diyor. “Kimin eli kimin cebinde belli değil, yavşak mıyım, godoş muyum ben?”
“Beyoğlu’na yağmur yağarken çok güzel olur,” diyor Nermin. “Eski caddeler var insanı sıcacık saran kürkler, pahalı yüzükler…”
“Ba babamın parmağında bi bi bir yüzük var.”
“Öyle yüzük değil kızım bunlar, babandaki hacı yüzüğü, bunlar başka. Şu dilini de düzeltemedin bir türlü.”
“Ne ne yapayım,” diyorum. “Annem öldükten so so sonra hiiiiç düzellmedi. Ko ko nuşmak istiyorum, ke ke ke….”
Kelimeler düğüm düğüm boğazımda.
Eminönü’nde bir akşam vapur iskelesindeyiz.
“Vapura binelim mi ?” diyor Hamit.
“Olur ama gegeç kakakalmaaayalım.”
“Yok yavrum ben seni bırakırım eve.”
“Sososonra geç olmayacak mı seeenin evine gitmenn ?”
“Yok yok merak etme sen.”
Vapurdayız.
“Be Beyoğlu ne tarafta ka ka kalıyo Hamit.”
“Bak bu taraf Beşiktaş, bu taraf Galata. Galata’nın üstü Beyoğlu. Taktın sen de şu kitap yüzünden Beyoğlu’na…Gel bakayım şöyle yanıma,” diyor.
“Eve ggeç kalacağız.”
“Ne yapalım yavrum. Vapurdayız nasıl olsa. Şimdi geri dönmez ki bu vapur.”
Küçük bir aralıktan deniz görünüyor. Biraz uzağında tuvaletten yayılan ekşi bir koku. Tuvaletin önünden geçerken, aynayı görüyorum. Hamit’i görüyorum. Geniş omuzlarında başım. Bir köşeye götürüyor beni. Ayna aklımda. Birden öpmeye kalkıyor.
“Du dur yapppma ne ne olur. Ççok he heyecanlanıyorum.”
Leylak rüzgârı… Çantam omzumda asılı olduğu yerden bileğime kadar düşüyor.
“Ça çantam düşecek,” diyorum.
“Siktir et çantayı,” diyor. “Seni seviyorum.”
Çantanın fermuarını açık unutmuşum. Kitap iyice açılmış çantadan denize düşüyor.
“Bbeenim Sinemalarımm,” diyorum. “Bi bi dakka ya düştü. Be benim d değildi o kitap.”
“Aman be,” diyor. “İki dakka düzgün konuş.”
Ellerini alıyor benden. Büyük ellerini.
“Bbben Hamit derken hiç kekekekekelemedim ama.”
O sırada önlerinden vapurdaki görevlilerden birisi geçiyor. Toparlanıyorlar. Vapur yanaşıyor…Gecenin kandili söndü.
Evdeyim. Bir tokatla kanepeye savruluyorum, kalkıyorum bir tokat daha vuruyor öbür yanağıma, müteahhit babam.
“Neden geç kaldın,” diyor.
“Bababa bi bi bi işşş…”
“Ne diyorsun be düzgün konuş,” diyor. “Kardeşinin arkadaşları görmüş Eminönü’nde geziyormuşsun. Orospu mu olacaksın ulan?”
Sol kolum mosmor. Hamit’i bir aydır görmedim. Dudaklarım aşk yarası, kelimelerim hep yarımdı. Nermin geldi yine bir akşamüstü.
“Kitabımı bitirdinse geri versene artık,” diyor.
“Yok,” diyorum.
“Bitirmedin mi daha kızım ?”
“Yok bibibitirmeeedim değil, kikitap yookk.”
“Nerede ?”
“Kakayybolduu.”
Bozuluyor biraz.
“Neyse üzülme,” diyor. “Hem sana sevineceğin bir haber vereceğim. Kitap yok ama Beyoğlu’nu göreceksin sonunda.”
“Na nasıl ?” diye fırlıyorum yerimden, ta içimde duyuyorum kolumun acısını.
“Cumartesi beraber gideceğiz. Sonra da bir pastanede buluşacağız benimkiyle. Enişten sayılır. Hem sen de açılırsın biraz, iyi olur.”
“Ço çok sağoll canımm ka ka kardeşim benimmm,” diyorum. Gözlerim doluyor.
Cumartesi sabahı. Heyecanlıyım. Ne giyeceğimi bilemiyorum. Gençlik, o bembeyaz kuş, ne kadar da kanatlı kalbimde. Aynaya bakmıyorum hiç. Küsüm ya. “O da gelecek bir gün,” diyorum içimden. “Benimle evlenecek. Söyleyeceğim ama ona, saklamayacağım hiçbir şeyi. Bir gün Nermin ve eniştemle beraber,” diyeceğim. Eniştem sayılır tabii; yatıp kalkmışlıkları da var. “Beyoğlu’na gittik ama senin götürmen başka tabii,” diyeceğim, üzülür yoksa.
Babamları yolcu ettim. Sonra biraz ruj sürdüm dudağıma. Çok değil ama. O da nasıl bir şey diye merak ettiğimden. Zil çalıyor. Nermin geldi. Giyinmiş, süslenmiş.
“Ço ço çok heeeyecanlıyım,” diyorum. “Si sinemaya da gi gider mi miyiz? Tü Türkân Şoray varrrsa.”
“Belli olmaz,” diyor Nermin. “Pastanede buluşacağız. Annemler tek başıma izin vermiyor artık bana. Seninle gezmeye gidiyoruz sanıyorlar. Bozma olur mu?”
“Be be ben sizi rahatttsız etmiyeyeyimmm o zaman.”
“Yok canım, benimkiyle de tanıştıktan sonra, bir bahane bulup gezmeye gidersin sen, merak ettiğin Beyoğlu’nu görürsün, sonra yine aynı pastanede buluşuruz…”
“Pe peki,” diyorum. Hamit’i özlüyorum. O beni böyle ortada, böyle yalnız bırakmazdı.
İşte Galata Köprüsü. İlk kez geçiyorum sınırı. Kitabımın, dibinde durduğu deniz. İşte Tünel. Benim sinemam bu. İlk filmim hem de. Enişte beyle buluşacağımız pastaneye geliyoruz. Beklemeye başlıyoruz. Erken geldik biraz galiba.
Nermin bir sigara yakıyor. Ben tavukgöğsü söylüyorum kendime. Şaşırıyorum sigara içmesine. O da şaşırmama. Yirmi dakika geçiyor. Duvarda kocaman bir saat var. Gözüm orada. Belki sinemaya gideriz. Beni de götürürler. Ben hiçbir yer bilmiyorum ki Beyoğlu’nda nasıl tek başıma gezerim diye düşünüyorum. Ama bir yandan onlar da sevgili. Yalnız olmak isterler.
“Geldi işte,” diyor. Nermin’in yüzü kapıya dönük, benim yüzüm Nermin’e. Telaşlanıyorum, elim ayağıma dolanıyor. Ya doğru dürüst konuşamazsam tanışırken, ya kekelersem. “Merhaba hanımlar,” diyor. Dönüyorum sese doğru…
Elimi uzatıyorum, bıyıklarını görünce vazgeçiyorum sıkmaktan. Gözgöze geldiğimiz an… Bildik bıyıklar bunlar. Üzerinde çıktığı ince dudaklara batan.
Elleri öyle büyük, tanıdık, öyle yalan bir dünyadayız.
“Be bebe nim biraz işim va va vardı.”
“Nereye canım,” diyor Nermin. “Kalsaydın bizimle.” Yanında beline sarılmış, hiçbir şey olmamış gibi duran Hamit’e dönüyor: “Değil mi sevgilim?” diyor.
Ağzında ne kadar kötü duran bir kelime “sevgilim”, ne sakil…Ama o, kekelemeden söylüyor işte .
“Evet kalsaydınız hanımefendi,” diyor öteki. “Sinemaya giderdik.” Zorluyor ikisi de kendini. Çok belli bu. Sol kolum sızlıyor, içimde bir kanama. Ah bir gidiş yolunu hatırlayabilsem. Hatırlayabilir miyim?
“Yo yok,” diyorum. “Ben gideyim. Benim Sinemalarım dışarıda.”
Gö gözzzlerimde yaşşşlar çı çı çıkıyorummmm ilk fi fi filmime…
Ezilmiş Leylaklar Kitabı,
Doğan Yay. 2003
1.12.2007
MADENCİ ÖYKÜLERİ YARIŞMASI SONUÇLANDI
Maden Mühendisleri Odası‘nın, Edebiyatçılar Derneği‘nin katkılarıyla, ilk kez bu yıl düzenlediği "Madenci Öyküleri Yarışması" sonuçlandı.
Aysu Erden, Özcan Karabulut, Sezer Ateş Ayvaz, Hürriyet Yaşar, Engin Çetinbağ‘dan oluşan Seçici Kurul‘un, yarışmaya katılan 90 öykü arasından yaptığı değerlendirme sonucunda;
Birinciliğe, Münevver İzgi‘nin "Kıymetlidir Madencinin Karısı" adlı öyküsü; ikinciliğe, Serap Gökalp‘in "Sisin İzi" adlı öyküsü; üçüncülüğe, Hande Baba‘nın "Çantamdaki Kuvars" adlı öyküsü değer görüldü.
Ayrıca, Seçici Kurul‘un önerisi doğrultusunda, Emine Emel Balcı‘nın "Helal", Alaaddin Kara‘nın "Şark Ocağında Üç Vardiyalı Bir Oyun", Erhan Ceylan‘ın "Küçük Sesler" adlı öykülerine de mansiyon verilmesi uygun bulundu.
Ödül töreni "Dünya Madenciler Günü" dolayısıyla 1 Aralık 2007 Cumartesi günü saat 19:00‘da Gazi Üniversitesi "Gazi Kültür Merkezi"nde düzenlenecek olan geleneksel gecemizde gerçekleştirilecektir.
Ödül kazanan öykülerle yayınlanmaya değer görülen öyküler, Maden Mühendisleri Odası tarafından kitaplaştırılacaktır.
Aysu Erden, Özcan Karabulut, Sezer Ateş Ayvaz, Hürriyet Yaşar, Engin Çetinbağ‘dan oluşan Seçici Kurul‘un, yarışmaya katılan 90 öykü arasından yaptığı değerlendirme sonucunda;
Birinciliğe, Münevver İzgi‘nin "Kıymetlidir Madencinin Karısı" adlı öyküsü; ikinciliğe, Serap Gökalp‘in "Sisin İzi" adlı öyküsü; üçüncülüğe, Hande Baba‘nın "Çantamdaki Kuvars" adlı öyküsü değer görüldü.
Ayrıca, Seçici Kurul‘un önerisi doğrultusunda, Emine Emel Balcı‘nın "Helal", Alaaddin Kara‘nın "Şark Ocağında Üç Vardiyalı Bir Oyun", Erhan Ceylan‘ın "Küçük Sesler" adlı öykülerine de mansiyon verilmesi uygun bulundu.
Ödül töreni "Dünya Madenciler Günü" dolayısıyla 1 Aralık 2007 Cumartesi günü saat 19:00‘da Gazi Üniversitesi "Gazi Kültür Merkezi"nde düzenlenecek olan geleneksel gecemizde gerçekleştirilecektir.
Ödül kazanan öykülerle yayınlanmaya değer görülen öyküler, Maden Mühendisleri Odası tarafından kitaplaştırılacaktır.
Emre Gümüşdoğan
Bu Saatinde Günün
taş avluya düşmüş
akşam güneşine yaslı yüzüm
uzamış gölgesi ortanca köküne
gök / su yangın...
yasemin kokusuna bulanmış
çocuk gülüşüm
bu saatinde günün
nedensiz
seni düşünürüm
öpüşünün diş izi
hercai yaprağında mor
paylaştığımız akasya yalnızlığı
kaygan yolak yorgun diz
yitik oda serinliği
pencere arkası yaşam
bu saatinde günün
havada kar kırılır
mevsim yaz!..
mavi bilyenin dönüşüne
duyarlı sancı
kınını kesen zaman
uzayın tenha yerinde
sönük yıldıza
karanlığıdır gece
bu saatinde günün
şiir-
konacak dudak arar
Kuzey Yıldızı
sayı: 9
taş avluya düşmüş
akşam güneşine yaslı yüzüm
uzamış gölgesi ortanca köküne
gök / su yangın...
yasemin kokusuna bulanmış
çocuk gülüşüm
bu saatinde günün
nedensiz
seni düşünürüm
öpüşünün diş izi
hercai yaprağında mor
paylaştığımız akasya yalnızlığı
kaygan yolak yorgun diz
yitik oda serinliği
pencere arkası yaşam
bu saatinde günün
havada kar kırılır
mevsim yaz!..
mavi bilyenin dönüşüne
duyarlı sancı
kınını kesen zaman
uzayın tenha yerinde
sönük yıldıza
karanlığıdır gece
bu saatinde günün
şiir-
konacak dudak arar
Kuzey Yıldızı
sayı: 9
1 Aralık Dünya AIDS günü
AIDS Savaşım Derneği Antakya şube Başkanı Dr. Ali Kanatlı yaptığı açıklamada, 1 Aralık Dünya AIDS günü olduğunu açıklandı. Dr. Ali Kanatlı yazılı açıklamasında şöyle dedi;“ Yaklaşık 30 yıl önce ilk vakası tespit edilmesine rağmen HIV adı verilen virüs ile bulaşan AIDS’e karşı ne yazık ki etkili bir tedavi bulunamamıştır. Bu kısa süre içinde milyonlarca insana bulaşmış (halen her beş saniyede bir kişinin HIV ile enfekte olduğu tahmin edilmektedir) ve milyonlarca kişinin ölmesine yol açmıştır (her yıl yaklaşık üç milyon insan AIDS’ nedeniyle ölmektedir) Bu hastalığın henüz etkili bir tedavisi yoktur. Dünyada yaklaşık 40 milyon insana HIV bulaşmıştır, bunların da %95’i gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Yani HIV’li insanların sadece %5’i gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Bunun da nedeni Gelişmiş Ülkelerde ki yaygın halk eğitimleri ve koruyucu önlemlerdir. Koruyucu önlemler ve halk eğitimleri AIDS ile mücadelenin temelini oluşturmaktadır. “dedi.
26.11.2007
AYNALAR
“bir kurt nasıl kuşanırsa öyle kar günlerini
aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...”
Hilmi Yavuz
Dali, kalemini eline alıp karalama kağıtlarına önce bir çöl çizdi. Sonra kurumuş bir kaktüs ağacı... Derken küçük küçük tepeler... Çöle ait ne varsa çiziyordu. Kurumuş otlar, akrepler... Bir iskelet eksik kalmıştı.
Okuduğum Red Kit çizgi romanlarındaki çöl sahnelerini andırıyordu kalemle çizilen çöl.İnek başı çizeceğini sandığım Dali, bir deve iskeleti konduruverdi resme son olarak. Beni görmüyordu. Yanındaydım oysa. Gözlerini kısıp pencereden içeriye doluşan gün ışığını süzmeye başladı.Bulutsuzdu hava. Güneşin bütün ışınları sanki Dali’nin atölyesine doluşuyordu.Kalemi bırakıp tuvalin karşısına geçti.Karalama kağıdına çizdiği her şeyi tuvale boyamaya başladı bu kez. Sıra tam deve iskeletini çizmeye gelince biraz düşündü. İzliyordum. Gövdesinden başladı çizmeye. O çizerken ben kemiklerini sayıyordum devenin. Gövdesini bitirince gövdemin bittiğini, izleyen benden eksildiğini duyumsuyordum. Derken ayaklarım eksilmeye başladı. Dali resmi bitirmenin sevinciyle imzasını atmaya başladığında ben artık Dali’yi resimdeki deve iskeletinin göz çukurlarından izliyordum.
Resim sergisinde herkes benim göz çukurlarıma hayranlıkla bakarken, ben şaşkınlıktan ölü bir deve iskeleti olmanın sancısını yaşıyordum. Bir yere bağlı kalıp da iplerden kutulamamanın sıkıntısı... Resme bakan hiç kimse de farkımda değildi.
Kan ter içinde uyandım. Çölde bir deve iskeleti, hem de tuvalde bir deve iskeleti olmadığımın farkına varınca baharı karşılayan kardelen çiçekleri kadar sevinç duydum. Ne güzeldi insan olmak. Bir tuval olmamak... Bir iskelet olmamak tuvalde, ne güzeldi...
Sevincim uzun sürmedi. Uyandığım odada baktığım her yerde kendimi çırıl çıplak bulduğumu fark edince sevincim şaşkınlığa bıraktı yerini. Yere baktım. Yerler aynadandı. Karşı duvarlara baktım, aynadandı. Tavana baktım, aynadan... Karşılıklı bütün duvarlar aynadan... Ne çok ben vardı, ne çok ayna... Sise benzeyen soluk bir ışık aydınlatıyordu odayı. Kapıyı arandım, pencerelerini, soba deliklerini...
Aynadan bir kutunun içindeydim. Kendime ait bir eşya aradım. Bu kutuda yuvarlak, sarı kurmalı saatimden başka bana ait hiçbir şey yoktu. Ayna ve saat... ‘Deliyor muyum acaba?’ diye düşündüm. Nereye baksam sonsuzdum. Gözlerimi tavana diktiğimde iç içe geçmiş sonsuz tane yüzüm oluyordu. Odanın içinde yürümeye çalışsam sonsuz tane bacaklarım oluyordu. Duvardan duvara koştum. Aynadan aynaya...
Bendim hepsi.
İnsan ne kadar bakabilirdi ki kendine... Aynalarda hayallerini görebilir miydi insan? Gözüm aynalara açıkken hiçbir şeyin düşünü kuramıyordum. En sonunda yoruldum usandım kendime bakmaktan. Boylu boyunca yere uzanıp gözlerimi yumdum kendimi görmemek için.
Önceki gün pazara gidecektim. Traktör gelemeyince gidememiştim. Karın gittikçe yükseldiğini görünce, çocuklara bu gün için okula gelmemelerini söylemiştim. Onlar da yitip gitmişlerdi kar taneleri arasında evlerine doğru. Bahçedeki fındık ağaçları arasından bakakalmıştım arkalarından. Okulun önündeki derenin sesinden başka hiçbir şeyin sesi duyulmuyordu. Her şey sesini yitirmişti. Kar hayat belirtisi olabilecek bütün sesleri emip sulara taşımıştı sanki. Suları dikkatle dinleyen insan, dağın bütün kuşlarının sesini duyardı. Kurtların sesini, domuzların, çakalların, çocukların, karacaların sesini duyardı.
Kardan ağarık bir adam olarak içeri girmiştim. Bağıra bağıra ‘Karşıki dağı duman bürümüş/Ellerin mektubu gelmiş okunur/Benim yüreğime sokulur/Sokulur aman’ diye türkü söylüyordum teneke sobanın başında. Elektrikler her zamanki gibi kar tanelerini görünce kesilmişti. Bir gün önceden sobanın üstüne hamlaması için kuru fasulyeye sos hazırlamaya koyulmuştum türküden sonra. İçeride akşamın loşluğu vardı. Leşliği vardı. Bıkmıştım insansız akşamlardan. Durmadan mektup yazardım akşamları. Çoğunu göndermeyeceğim mektuplar... Uzun süredir kimsenin mektubunun da geldiği yoktu.
Fasulyeye alaca karanlıkta hazırladığım sosu tencereye boşlatıp yemeğin olmasını beklemiştim sıkıntıyla. Karnım gurulduyordu.
Kitaplarımı, okul anılarını taşıyan fotoğrafları karıştırdımsa da yemekten başka bir şey düşünemiyordum. Fareler dokunmuyordum. Bir canlı soluğu olması anlamlı geliyordu saçma da olsa. Aramızda anlaşma vardı sanki. Kitaplarıma dokunmuyorlardı hiç. Ancak hole bıraktığım ekmekleri yiyorlardı. Bir arkadaşa beş sayfa dolusu fareleri anlatan bir mektup göndermiştim. Farelerden bahsedene kadar anlamıyordu yalnızlığımı. Mektuba cevapta ‘anladım’ diyebilmişti. Çok mu zordu anlamak?..
Zordu...
Yemeğimi yedikten sonra lüksün patlak gömlekli hırıltılı ışığında bu kez yeniden baktım bilmem kaç bininci kez fotoğraflara. “Bir sincap gibi mesela..”bilmem kaç binici kez yeniden okudum Nazım’ı... Her şey aşındı. Beni ne kadar anlıyorlarsa, ben de o kadar anlıyordum fotoğraftaki yüzleri... hayvani bir duygu vardı içimde. Hayatta kalabilme duygusu.biyolojik varlığımı sürdürmekten başka hiçbir şey derin anlam taşımıyordu.
Pencereden dağın yamacında biriken karı izlerken uyuyakalmışım.
Kapıya vurulduğunu duyduğumda, irkilerek uyandım. Akşam baktığım pencerene hiç ışık gelmiyordu. El yordamıyla kapıya kadar ulaşıp açtım kapıyı. İçeriye kar yığını doluşunca kendime gelebildim. Köylülerdi. Ayakları görünüyordu kapıdan. Kar kapıyı kapatmıştı. Selamlaştık. Geceleri lojmana gelmekten korkarlardı. Dereden şeytan çıkacağına inanırlardı. Dereyi aşmadan da bana ulaşmak zordu tabi. Soba küreği ile içeriye doluşan karları attıktan sonra. Dışarıya doğru yükselen merdiven yaparak alabilmiştim köylüleri içeri. Kapıyı açık bırakmıştım ışığın girebilmesi için.bana biraz sitem ettikten sonra bir ihtiyacım olup olmadığını sormuşlardı. Evlerine götürmek istiyorlardı. “Yarın gelin. İşim var biraz.” Odunluğa çığır açmalarını istedim. Giyle dedikleri raketlerini ayakkabılarının altına taktıktan sonra odunluğa çığır açıp gitmişlerdi. Yüzümü bile yıkamamıştım daha. Muslukları yokladım. Su donmuştu. Korka korka bodrumdan üst kata çıkar gibi tırmandım kardan merdivenin basamaklarını. Karla yüzümü ovuşturdum yıkama niyetine. Geriye dönüp çamaşır leğenini aldım. Açtıkları çığır, kar taze olduğundan taşımıyordu beni. Çamaşır leğenini raket gibi kullanarak odunluğa kırk beş dakikada varabildim. Oysa otuz metre bile değildi odunluk lojmana. Leğeni odunla doldurursam lojmana dönemeyeceğim geldi aklıma. Doldurmadan, leğeninin içine basa basa aynı sürede ulaşabildim lojmana. Karın boyu çatıyla birdi. Usanmadan da devam ediyordu yağmaya. Hem de ne yağış!.. ceviz tanesi gibiydi her biri.
Ellerim, yüzüm donmuş bir vaziyette girdim içeriye. Kapıyı kapatmadan lüksü bulup baktım son kibritlerden biriyle. Uyduruk bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltımı yaptıktan sonra yeniden yatağa uzandım. Yapacak bir şey yoktu. Hiç bir şey yoktu. Dışarısı aydınlıktı ve ben içeride lüks ışığıyla duruyordum.
Uzandığım yerden sessizliğin sesini dinlemeye başladım. Yoktu. Sesi yoktu sessizliğin. Merdiven geldi aklıma. Dışarıya çıktım tekrar. Yağan kara aldırmadan derenin sesini dinlemeye başladım. Ne kadar durdum son basamakta, hatırlamıyorum. Çok üşümüştüm. Sesleri kulağıma doldurtabildiğim kadar doldurdum. Her tarafım kar olmuştu. Donmak üzereyken içeri girdim.
İçeride üzerimi değiştikten sonra sesleri, kimlerin, hangi hayvanların seslerine benzediklerini düşündüm uzandığım yerden. Artık hiçbir sesi benzetemiyordum. Ses kalmamıştı çünkü.
Uyuyakalmışım.
Gözlerimi açtığımda yeniden karşılaştım kendi sonsuzluğumla. Hiçbir şey düşünemiyordum sessizlikten ve yalnızlıktan başka. Kapı çalındı. Ama kapı yoktu.
“Hocaaa! Aç kapıyı, mektubun var.” Hoca kelimesi duyulur duyulmaz, kapının olduğu yerden ayna erimeye başladı. Bir kapılık bir yer belirdi yalnız. Mektubu bırakıp gitti adam. Mektubu açıp okumaya başladım.
Seni özledim.
Sesini özledim.. gülümseyişini.. gözlerinin ışığını...
Bu kent sensizliği taşıyamıyor artık.
Gelsene...
Kır çiçekleri de getir bana. Bu kentte çiçekler kokusunu çoktan yitirdi...”
Sesli sesli, tekrar tekrar okumaya başladım mektubu. Ben sesimi yükselttikçe aynalar daha hızlı erimeye başladı. Aynalar eridikçe, akşam yattığım odam, bana ait eşyalar, kitaplar, resimler çıktı ortaya.
Sesimin sıcaklığı aynaları eritti.
Mektubun sıcaklığıydı...
Aynalardan buzdandı.
Faruk Bal
aynalar kuşanıyor aynadaki tenini...”
Hilmi Yavuz
Dali, kalemini eline alıp karalama kağıtlarına önce bir çöl çizdi. Sonra kurumuş bir kaktüs ağacı... Derken küçük küçük tepeler... Çöle ait ne varsa çiziyordu. Kurumuş otlar, akrepler... Bir iskelet eksik kalmıştı.
Okuduğum Red Kit çizgi romanlarındaki çöl sahnelerini andırıyordu kalemle çizilen çöl.İnek başı çizeceğini sandığım Dali, bir deve iskeleti konduruverdi resme son olarak. Beni görmüyordu. Yanındaydım oysa. Gözlerini kısıp pencereden içeriye doluşan gün ışığını süzmeye başladı.Bulutsuzdu hava. Güneşin bütün ışınları sanki Dali’nin atölyesine doluşuyordu.Kalemi bırakıp tuvalin karşısına geçti.Karalama kağıdına çizdiği her şeyi tuvale boyamaya başladı bu kez. Sıra tam deve iskeletini çizmeye gelince biraz düşündü. İzliyordum. Gövdesinden başladı çizmeye. O çizerken ben kemiklerini sayıyordum devenin. Gövdesini bitirince gövdemin bittiğini, izleyen benden eksildiğini duyumsuyordum. Derken ayaklarım eksilmeye başladı. Dali resmi bitirmenin sevinciyle imzasını atmaya başladığında ben artık Dali’yi resimdeki deve iskeletinin göz çukurlarından izliyordum.
Resim sergisinde herkes benim göz çukurlarıma hayranlıkla bakarken, ben şaşkınlıktan ölü bir deve iskeleti olmanın sancısını yaşıyordum. Bir yere bağlı kalıp da iplerden kutulamamanın sıkıntısı... Resme bakan hiç kimse de farkımda değildi.
Kan ter içinde uyandım. Çölde bir deve iskeleti, hem de tuvalde bir deve iskeleti olmadığımın farkına varınca baharı karşılayan kardelen çiçekleri kadar sevinç duydum. Ne güzeldi insan olmak. Bir tuval olmamak... Bir iskelet olmamak tuvalde, ne güzeldi...
Sevincim uzun sürmedi. Uyandığım odada baktığım her yerde kendimi çırıl çıplak bulduğumu fark edince sevincim şaşkınlığa bıraktı yerini. Yere baktım. Yerler aynadandı. Karşı duvarlara baktım, aynadandı. Tavana baktım, aynadan... Karşılıklı bütün duvarlar aynadan... Ne çok ben vardı, ne çok ayna... Sise benzeyen soluk bir ışık aydınlatıyordu odayı. Kapıyı arandım, pencerelerini, soba deliklerini...
Aynadan bir kutunun içindeydim. Kendime ait bir eşya aradım. Bu kutuda yuvarlak, sarı kurmalı saatimden başka bana ait hiçbir şey yoktu. Ayna ve saat... ‘Deliyor muyum acaba?’ diye düşündüm. Nereye baksam sonsuzdum. Gözlerimi tavana diktiğimde iç içe geçmiş sonsuz tane yüzüm oluyordu. Odanın içinde yürümeye çalışsam sonsuz tane bacaklarım oluyordu. Duvardan duvara koştum. Aynadan aynaya...
Bendim hepsi.
İnsan ne kadar bakabilirdi ki kendine... Aynalarda hayallerini görebilir miydi insan? Gözüm aynalara açıkken hiçbir şeyin düşünü kuramıyordum. En sonunda yoruldum usandım kendime bakmaktan. Boylu boyunca yere uzanıp gözlerimi yumdum kendimi görmemek için.
Önceki gün pazara gidecektim. Traktör gelemeyince gidememiştim. Karın gittikçe yükseldiğini görünce, çocuklara bu gün için okula gelmemelerini söylemiştim. Onlar da yitip gitmişlerdi kar taneleri arasında evlerine doğru. Bahçedeki fındık ağaçları arasından bakakalmıştım arkalarından. Okulun önündeki derenin sesinden başka hiçbir şeyin sesi duyulmuyordu. Her şey sesini yitirmişti. Kar hayat belirtisi olabilecek bütün sesleri emip sulara taşımıştı sanki. Suları dikkatle dinleyen insan, dağın bütün kuşlarının sesini duyardı. Kurtların sesini, domuzların, çakalların, çocukların, karacaların sesini duyardı.
Kardan ağarık bir adam olarak içeri girmiştim. Bağıra bağıra ‘Karşıki dağı duman bürümüş/Ellerin mektubu gelmiş okunur/Benim yüreğime sokulur/Sokulur aman’ diye türkü söylüyordum teneke sobanın başında. Elektrikler her zamanki gibi kar tanelerini görünce kesilmişti. Bir gün önceden sobanın üstüne hamlaması için kuru fasulyeye sos hazırlamaya koyulmuştum türküden sonra. İçeride akşamın loşluğu vardı. Leşliği vardı. Bıkmıştım insansız akşamlardan. Durmadan mektup yazardım akşamları. Çoğunu göndermeyeceğim mektuplar... Uzun süredir kimsenin mektubunun da geldiği yoktu.
Fasulyeye alaca karanlıkta hazırladığım sosu tencereye boşlatıp yemeğin olmasını beklemiştim sıkıntıyla. Karnım gurulduyordu.
Kitaplarımı, okul anılarını taşıyan fotoğrafları karıştırdımsa da yemekten başka bir şey düşünemiyordum. Fareler dokunmuyordum. Bir canlı soluğu olması anlamlı geliyordu saçma da olsa. Aramızda anlaşma vardı sanki. Kitaplarıma dokunmuyorlardı hiç. Ancak hole bıraktığım ekmekleri yiyorlardı. Bir arkadaşa beş sayfa dolusu fareleri anlatan bir mektup göndermiştim. Farelerden bahsedene kadar anlamıyordu yalnızlığımı. Mektuba cevapta ‘anladım’ diyebilmişti. Çok mu zordu anlamak?..
Zordu...
Yemeğimi yedikten sonra lüksün patlak gömlekli hırıltılı ışığında bu kez yeniden baktım bilmem kaç bininci kez fotoğraflara. “Bir sincap gibi mesela..”bilmem kaç binici kez yeniden okudum Nazım’ı... Her şey aşındı. Beni ne kadar anlıyorlarsa, ben de o kadar anlıyordum fotoğraftaki yüzleri... hayvani bir duygu vardı içimde. Hayatta kalabilme duygusu.biyolojik varlığımı sürdürmekten başka hiçbir şey derin anlam taşımıyordu.
Pencereden dağın yamacında biriken karı izlerken uyuyakalmışım.
Kapıya vurulduğunu duyduğumda, irkilerek uyandım. Akşam baktığım pencerene hiç ışık gelmiyordu. El yordamıyla kapıya kadar ulaşıp açtım kapıyı. İçeriye kar yığını doluşunca kendime gelebildim. Köylülerdi. Ayakları görünüyordu kapıdan. Kar kapıyı kapatmıştı. Selamlaştık. Geceleri lojmana gelmekten korkarlardı. Dereden şeytan çıkacağına inanırlardı. Dereyi aşmadan da bana ulaşmak zordu tabi. Soba küreği ile içeriye doluşan karları attıktan sonra. Dışarıya doğru yükselen merdiven yaparak alabilmiştim köylüleri içeri. Kapıyı açık bırakmıştım ışığın girebilmesi için.bana biraz sitem ettikten sonra bir ihtiyacım olup olmadığını sormuşlardı. Evlerine götürmek istiyorlardı. “Yarın gelin. İşim var biraz.” Odunluğa çığır açmalarını istedim. Giyle dedikleri raketlerini ayakkabılarının altına taktıktan sonra odunluğa çığır açıp gitmişlerdi. Yüzümü bile yıkamamıştım daha. Muslukları yokladım. Su donmuştu. Korka korka bodrumdan üst kata çıkar gibi tırmandım kardan merdivenin basamaklarını. Karla yüzümü ovuşturdum yıkama niyetine. Geriye dönüp çamaşır leğenini aldım. Açtıkları çığır, kar taze olduğundan taşımıyordu beni. Çamaşır leğenini raket gibi kullanarak odunluğa kırk beş dakikada varabildim. Oysa otuz metre bile değildi odunluk lojmana. Leğeni odunla doldurursam lojmana dönemeyeceğim geldi aklıma. Doldurmadan, leğeninin içine basa basa aynı sürede ulaşabildim lojmana. Karın boyu çatıyla birdi. Usanmadan da devam ediyordu yağmaya. Hem de ne yağış!.. ceviz tanesi gibiydi her biri.
Ellerim, yüzüm donmuş bir vaziyette girdim içeriye. Kapıyı kapatmadan lüksü bulup baktım son kibritlerden biriyle. Uyduruk bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltımı yaptıktan sonra yeniden yatağa uzandım. Yapacak bir şey yoktu. Hiç bir şey yoktu. Dışarısı aydınlıktı ve ben içeride lüks ışığıyla duruyordum.
Uzandığım yerden sessizliğin sesini dinlemeye başladım. Yoktu. Sesi yoktu sessizliğin. Merdiven geldi aklıma. Dışarıya çıktım tekrar. Yağan kara aldırmadan derenin sesini dinlemeye başladım. Ne kadar durdum son basamakta, hatırlamıyorum. Çok üşümüştüm. Sesleri kulağıma doldurtabildiğim kadar doldurdum. Her tarafım kar olmuştu. Donmak üzereyken içeri girdim.
İçeride üzerimi değiştikten sonra sesleri, kimlerin, hangi hayvanların seslerine benzediklerini düşündüm uzandığım yerden. Artık hiçbir sesi benzetemiyordum. Ses kalmamıştı çünkü.
Uyuyakalmışım.
Gözlerimi açtığımda yeniden karşılaştım kendi sonsuzluğumla. Hiçbir şey düşünemiyordum sessizlikten ve yalnızlıktan başka. Kapı çalındı. Ama kapı yoktu.
“Hocaaa! Aç kapıyı, mektubun var.” Hoca kelimesi duyulur duyulmaz, kapının olduğu yerden ayna erimeye başladı. Bir kapılık bir yer belirdi yalnız. Mektubu bırakıp gitti adam. Mektubu açıp okumaya başladım.
Seni özledim.
Sesini özledim.. gülümseyişini.. gözlerinin ışığını...
Bu kent sensizliği taşıyamıyor artık.
Gelsene...
Kır çiçekleri de getir bana. Bu kentte çiçekler kokusunu çoktan yitirdi...”
Sesli sesli, tekrar tekrar okumaya başladım mektubu. Ben sesimi yükselttikçe aynalar daha hızlı erimeye başladı. Aynalar eridikçe, akşam yattığım odam, bana ait eşyalar, kitaplar, resimler çıktı ortaya.
Sesimin sıcaklığı aynaları eritti.
Mektubun sıcaklığıydı...
Aynalardan buzdandı.
Faruk Bal
25.11.2007
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut UYAR
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
Turgut UYAR
24.11.2007
8. Antalya Öykü günleri sona erdi
Antalya’da sekiz yıllık öykü bitti
Antalya Sanatçılar Derneği’nin düzenlediği Antalya Öykü Günleri’nin sekizincisi 23 Kasım-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Açılış konuşmasını ANSAN Başkanı Cahit Çakcıl’ın yaptığı Öykü Günleri’nin onur konuğu Füruzan idi. Hastalığı nedeniyle Füruzan’ın katılamadığı 8. Antalya Öykü Günleri’nin konukları arasında şu isimler yer aldı: Ahmet Büke, Ahmet Tüzün, Cahit Çakcıl, Celâl Hafifbilek, Deniz Keskin, Kadir Yüksel, Kamile Yılmaz, Narin Karakaşlı, Neşe Karel, Refik Algan, Seray Şahiner.
Üç oturum şeklinde gerçekleştirilen Antalya Öykü Günleri’nde öyküler okundu, Türk öykücülüğünün çeşitli sorunları ele alındı.
Öykü okuyoruz, konuşuyoruz
23 Kasım saat 16.00’da Neşe Karel kendi öyküsünü okudu. Rahatsızlığı nedeniyle uzun süredir Antalyalı sanatçılardan uzak kalan emekli TRT prodüktörü ve yazar Saffet Uysal’ı arkadaşları unutmadı. Saffet Uysal’ın Elifi Bahar adlı kitabından seçilen bir öyküsü arkadaşları tarafından sanatseverlere okundu. 24 Kasım Cumartesi günü saat 13’te Kamile Yılmaz, saat 15.30’da Ahmet Büke, aynı gün saat 17.00’de Nuri Erkal öykülerini okudular.
23 Kasım’daki Nuri Erkal’ın yönettiği ilk oturumda “Öykü Ödüllerinin Edebiyatımızdaki Yeri ve Önemi” tartışıldı. Oturumda Seray Şahiner, Kadir Yüksel ve Refik Algan söz aldı. Seray Şahiner “Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir” derken Kadir Yüksel ödül enflasyonuna değindi: “Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım”. Refik Algan ise “Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir” şeklinde konuştu.
24 Kasım’daki ikinci oturumu Celâl Hafifbilek yönetti. İkinci oturumda Deniz Keskin, Refik Algan ve Seray Şahiner, öykücü Füruzan’ın öykü serüvenini değerlendirdiler.
Deniz Keskin “70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur” derken; Refik Algan, Füruzan’ı “70’li yılların öykücülüğünde bir mucize” olarak değerlendirdi. Seray Şahiner ise Füruzan’ın öykücülüğünü “Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Füruzan’ın öykülerinde gördüm” şeklinde yorumladı.
Öykü günlerinin “Öykü Dergiciliği Canlanıyor mu?” konulu son oturumunu Ahmet Tüzün yönetirken, oturumun konuşmacıları Kadir Yüksel ve Karin Karakaşlı idi.
Kadir Yüksel, öykü dergiciliğinde en büyük sorunun dağıtım olduğuna dikkat çekerken “Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…” dedi.
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları” diyen Karin Karakaşlı şöyle konuştu: “Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir”.
Öykü Yarışması’nda birinci Medine Akın
8. Antalya Öykü Günleri kapsamında her yıl olduğu gibi bu yıl da Antalya Liselerarası Öykü Yarışması yapıldı. “Antalya Liselerarası Öykü Yarışması”nda Karatay Lisesi öğrencisi Medine Akın birinci, Antalya Lisesi öğrencisi Burak Keskin ikinci oldu. Antalya Anadolu Lisesi öğrencisi Nükte Öcal ise aynı yarışmada mansiyon ödülüne layık görüldü. Yarışmanın birincisi Medine Akın’a ödülü ANSAN başkanı Cahit Çakcıl, yarışmanın ikincisi Burak Keskin’e ödülü Deniz Keskin, mansiyon ödülüne layık görülen Nükte Öcal’a ödülü ANSAN Yönetim Kurulu üyesi Taci Alpaslan tarafından, düzenlenen bir törenle verildi.
Ne dediler?
CAHİT ÇAKCIL:
“Yaşamak istediğimiz hayat, olmasını istediğimiz ülke, havasını soluduğumuz kent, yürüdüğümüz sokak bu mu olmalıydı? Bu sorulara cevap arayan her öykü kendi içinde bir dünya, her öykü kitabı içinde dünyalar barındıran bir evrendir.”
NEŞE KAREL:
“Almanya’da kaldığım yıllar aynı zamanda ülkemin dışında kendi başıma kaldığım yıllardı da. Gördüğüm insanların her birinin ayrı bir hikâyesi vardı. Bu hikâyeleri yazmaya karar verdim. Almanya’ya ilk yolculuğumu kara trenle yaptım. Son yolculuğumda bindiğim tren beyazdı, kara trenin çıkardığı acı çığlığı çıkarmıyordu. Almanya’da yazdığım öykülerde bu acı çığlıktan esinler olduğunu sonradan fark ettim.”
SERAY ŞAHİNER:
“Kitabımı oluşturan öyküler bittiğinde 21 yaşındaydım. ‘Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nde dosyam ‘övgüye eğer’ bulunmuştu. O zamana kadar yayınevlerinin önünden geçmeye bile cesaret edemezdim. Kitabım ‘Can Yayınları’ndan çıktı. Kitabımın yayınlanmasında kitap dosyasının ‘dikkate değer’ görülmesi etkili oldu. Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir.”
“Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Fürüzan’ın öykülerinde gördüm.”
KADİR YÜKSEL:
“Batıda olduğu gibi bizde de edebiyatçılar ödüllendirildi. Divan şairleri Sultan’lar, Halk şairleri zenginler tarafından ödüllendirildi. Ödüllendirilenler aynı zamanda cezalandırılabiliyorlardı da. CHP Ödülü alan Attilâ İlhan, CHP tarafından cezalandırıldı. Edebiyatçılar, ‘edebiyat kurumu’ tarafından olduğu gibi, edebiyatın içinde yer aldığı devlet tarafından da ödüllendiriliyor ya da cezalandırılıyor. Ödülleri de cezaları da kaldıralım, işi yapıta bırakalım. Cervantes örneğinde olduğu gibi öldükten sonra ‘ödüllendirilen’ eserlerin olabileceğini bilerek... Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım. Ödülden daha çok ‘yarışma’ sözcüğüne karşıyım. Özendirmenin sonunda sel gidecek kum kalacak. O halde ödül değil metin önemli.”
“Öykü dergilerinden bazıları: Resimli Hikâyeler (1927), Seçilmiş Hikâyeler (1947), Dost, Öykü (1970), Yaba Öykü (1984), Yaşasın Edebiyat (1980), Adam Öykü (1995), Düşler- Öyküler, Fayton Öykü, Üçüncü Öyküler, Kum, Yazın, Kül Öykü, İmge Öyküler, Eylül, Aylak, Hece Öykü….. Çoğunda şiirlere de yer verilen bu dergilerden en uzun ömürlüsü Adam Öykü. Adam Öykü 58 sayı çıktı. Öykü dergiciliğinin en büyük sorunu dağıtım. Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…”
REFİK ALGAN:
“Şiir ve öykü, nitelikli okur gerektiriyor. Bu nedenle okurları az. Edebiyat ödüllerini tartışacak edebiyat eleştirmenlerinin olması gerekiyor. Bizde yazar çok eleştirmen yok. Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir. Medyatik edebiyatla edebiyatı birbirinden ayırmak gerekir. Eleştirmen yerine medya patronlarının sözcüleri varsa buna karşı çıkmak gerekir. ‘Eleştiri kurumu’ eksikliğinden söz etmemiz gerekir. Yazar eleştirmenden ilerde.”
“İki türlü sanatçı var: Bunlardan birincisi doğuştan sanatçı. Mozart gibi. Deha sahipleri, eğitimden geçmek zorundalar. ‘Doğuştan yetenek’ bir kalıba dökülmek zorunda. Entelektüel kaygılar yaratıcılığı engelleyebilir. Bu engeli aşanlar yaratıcı olabilirler. Füruzan, bu engeli aşmakla yetinmemiş, birdenbire zirveye çıkanların hastalıklarına kapılmamıştır. Füruzan 70’li yılların öykücülüğünde bir mucizedir.”
KARİN KARAKAŞLI:
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları. Cemal Süreya’nın emekli aylığını yatırarak Papirüs’ü çıkarmış olması beni çok etkilemiştir. Kapanan dergileri ‘tasfiye nedeniyle kapatılmıştır’ yazan dükkânlara benzetir, hüzünlenirim. Öykü dergileri bir anlamda ‘gayri resmi toplumsal tarih’, ölülerin yad edildiği dosyalardır. Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir.”
DENİZ KESKİN:
“70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur. Füruzan, öykülerinde toplumsal değişimi, toplumsal değişimden kaynaklanan sorunları, bu sorunlar içindeki bireyin varoluşunu bugüne taşır. Dünyadan kaynaklanan haksızlıklar, yoksulluğun yarattığı hayal kırıklıkları, sevgisizlikler; kadın sorunları, kadın duyarlılığı onun öykülerinin temasını oluşturur.”
CELÂL HAFİFBİLEK:
“Hikâye, hikâye anlatmak değildir. Hikâye tüm insanlığın, dünyanın kendisidir, tanığıdır. Sevgimizi, umutlarımızı, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, sevgi çemberi, gurbet havası içinde anlatan öykülerin yazarı Füruzan… Öykü yazmak isteyenlerin, öncelikle Füruzan’ı okumalarını tavsiye ederim.”
Antalya Sanatçılar Derneği’nin düzenlediği Antalya Öykü Günleri’nin sekizincisi 23 Kasım-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Açılış konuşmasını ANSAN Başkanı Cahit Çakcıl’ın yaptığı Öykü Günleri’nin onur konuğu Füruzan idi. Hastalığı nedeniyle Füruzan’ın katılamadığı 8. Antalya Öykü Günleri’nin konukları arasında şu isimler yer aldı: Ahmet Büke, Ahmet Tüzün, Cahit Çakcıl, Celâl Hafifbilek, Deniz Keskin, Kadir Yüksel, Kamile Yılmaz, Narin Karakaşlı, Neşe Karel, Refik Algan, Seray Şahiner.
Üç oturum şeklinde gerçekleştirilen Antalya Öykü Günleri’nde öyküler okundu, Türk öykücülüğünün çeşitli sorunları ele alındı.
Öykü okuyoruz, konuşuyoruz
23 Kasım saat 16.00’da Neşe Karel kendi öyküsünü okudu. Rahatsızlığı nedeniyle uzun süredir Antalyalı sanatçılardan uzak kalan emekli TRT prodüktörü ve yazar Saffet Uysal’ı arkadaşları unutmadı. Saffet Uysal’ın Elifi Bahar adlı kitabından seçilen bir öyküsü arkadaşları tarafından sanatseverlere okundu. 24 Kasım Cumartesi günü saat 13’te Kamile Yılmaz, saat 15.30’da Ahmet Büke, aynı gün saat 17.00’de Nuri Erkal öykülerini okudular.
23 Kasım’daki Nuri Erkal’ın yönettiği ilk oturumda “Öykü Ödüllerinin Edebiyatımızdaki Yeri ve Önemi” tartışıldı. Oturumda Seray Şahiner, Kadir Yüksel ve Refik Algan söz aldı. Seray Şahiner “Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir” derken Kadir Yüksel ödül enflasyonuna değindi: “Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım”. Refik Algan ise “Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir” şeklinde konuştu.
24 Kasım’daki ikinci oturumu Celâl Hafifbilek yönetti. İkinci oturumda Deniz Keskin, Refik Algan ve Seray Şahiner, öykücü Füruzan’ın öykü serüvenini değerlendirdiler.
Deniz Keskin “70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur” derken; Refik Algan, Füruzan’ı “70’li yılların öykücülüğünde bir mucize” olarak değerlendirdi. Seray Şahiner ise Füruzan’ın öykücülüğünü “Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Füruzan’ın öykülerinde gördüm” şeklinde yorumladı.
Öykü günlerinin “Öykü Dergiciliği Canlanıyor mu?” konulu son oturumunu Ahmet Tüzün yönetirken, oturumun konuşmacıları Kadir Yüksel ve Karin Karakaşlı idi.
Kadir Yüksel, öykü dergiciliğinde en büyük sorunun dağıtım olduğuna dikkat çekerken “Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…” dedi.
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları” diyen Karin Karakaşlı şöyle konuştu: “Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir”.
Öykü Yarışması’nda birinci Medine Akın
8. Antalya Öykü Günleri kapsamında her yıl olduğu gibi bu yıl da Antalya Liselerarası Öykü Yarışması yapıldı. “Antalya Liselerarası Öykü Yarışması”nda Karatay Lisesi öğrencisi Medine Akın birinci, Antalya Lisesi öğrencisi Burak Keskin ikinci oldu. Antalya Anadolu Lisesi öğrencisi Nükte Öcal ise aynı yarışmada mansiyon ödülüne layık görüldü. Yarışmanın birincisi Medine Akın’a ödülü ANSAN başkanı Cahit Çakcıl, yarışmanın ikincisi Burak Keskin’e ödülü Deniz Keskin, mansiyon ödülüne layık görülen Nükte Öcal’a ödülü ANSAN Yönetim Kurulu üyesi Taci Alpaslan tarafından, düzenlenen bir törenle verildi.
Ne dediler?
CAHİT ÇAKCIL:
“Yaşamak istediğimiz hayat, olmasını istediğimiz ülke, havasını soluduğumuz kent, yürüdüğümüz sokak bu mu olmalıydı? Bu sorulara cevap arayan her öykü kendi içinde bir dünya, her öykü kitabı içinde dünyalar barındıran bir evrendir.”
NEŞE KAREL:
“Almanya’da kaldığım yıllar aynı zamanda ülkemin dışında kendi başıma kaldığım yıllardı da. Gördüğüm insanların her birinin ayrı bir hikâyesi vardı. Bu hikâyeleri yazmaya karar verdim. Almanya’ya ilk yolculuğumu kara trenle yaptım. Son yolculuğumda bindiğim tren beyazdı, kara trenin çıkardığı acı çığlığı çıkarmıyordu. Almanya’da yazdığım öykülerde bu acı çığlıktan esinler olduğunu sonradan fark ettim.”
SERAY ŞAHİNER:
“Kitabımı oluşturan öyküler bittiğinde 21 yaşındaydım. ‘Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nde dosyam ‘övgüye eğer’ bulunmuştu. O zamana kadar yayınevlerinin önünden geçmeye bile cesaret edemezdim. Kitabım ‘Can Yayınları’ndan çıktı. Kitabımın yayınlanmasında kitap dosyasının ‘dikkate değer’ görülmesi etkili oldu. Ödüller, yayınevleri İstanbul’da olduğu için taşrada yaşayanların ürünlerinin yayınevleriyle buluşmasına, öykülerinin dolaşıma girmesine yardımcı olabilir.”
“Figüran olarak gördüklerimizin başrol oynamaya ne denli layık olduklarını Fürüzan’ın öykülerinde gördüm.”
KADİR YÜKSEL:
“Batıda olduğu gibi bizde de edebiyatçılar ödüllendirildi. Divan şairleri Sultan’lar, Halk şairleri zenginler tarafından ödüllendirildi. Ödüllendirilenler aynı zamanda cezalandırılabiliyorlardı da. CHP Ödülü alan Attilâ İlhan, CHP tarafından cezalandırıldı. Edebiyatçılar, ‘edebiyat kurumu’ tarafından olduğu gibi, edebiyatın içinde yer aldığı devlet tarafından da ödüllendiriliyor ya da cezalandırılıyor. Ödülleri de cezaları da kaldıralım, işi yapıta bırakalım. Cervantes örneğinde olduğu gibi öldükten sonra ‘ödüllendirilen’ eserlerin olabileceğini bilerek... Ödüller gençleri yazmaya özendiriyor. Öykü ödüllerinin çeşitlendirilmesi faydalı. Ne var ki ödül enflasyonunun kaliteyi düşürdüğü gerçeğini de unutmayalım. Ödülden daha çok ‘yarışma’ sözcüğüne karşıyım. Özendirmenin sonunda sel gidecek kum kalacak. O halde ödül değil metin önemli.”
“Öykü dergilerinden bazıları: Resimli Hikâyeler (1927), Seçilmiş Hikâyeler (1947), Dost, Öykü (1970), Yaba Öykü (1984), Yaşasın Edebiyat (1980), Adam Öykü (1995), Düşler- Öyküler, Fayton Öykü, Üçüncü Öyküler, Kum, Yazın, Kül Öykü, İmge Öyküler, Eylül, Aylak, Hece Öykü….. Çoğunda şiirlere de yer verilen bu dergilerden en uzun ömürlüsü Adam Öykü. Adam Öykü 58 sayı çıktı. Öykü dergiciliğinin en büyük sorunu dağıtım. Dağıtım sorununun aşılması güç görünüyor. Dağıtım şirketleri çok para istiyor…”
REFİK ALGAN:
“Şiir ve öykü, nitelikli okur gerektiriyor. Bu nedenle okurları az. Edebiyat ödüllerini tartışacak edebiyat eleştirmenlerinin olması gerekiyor. Bizde yazar çok eleştirmen yok. Herkes vicdanıyla yazıyorsa edebiyat ödüllerine gerek olmayabilir. Vicdanlı jüriler olursa ödüller değerlendirmede bizlere yardımcı olabilir. Medyatik edebiyatla edebiyatı birbirinden ayırmak gerekir. Eleştirmen yerine medya patronlarının sözcüleri varsa buna karşı çıkmak gerekir. ‘Eleştiri kurumu’ eksikliğinden söz etmemiz gerekir. Yazar eleştirmenden ilerde.”
“İki türlü sanatçı var: Bunlardan birincisi doğuştan sanatçı. Mozart gibi. Deha sahipleri, eğitimden geçmek zorundalar. ‘Doğuştan yetenek’ bir kalıba dökülmek zorunda. Entelektüel kaygılar yaratıcılığı engelleyebilir. Bu engeli aşanlar yaratıcı olabilirler. Füruzan, bu engeli aşmakla yetinmemiş, birdenbire zirveye çıkanların hastalıklarına kapılmamıştır. Füruzan 70’li yılların öykücülüğünde bir mucizedir.”
KARİN KARAKAŞLI:
“Dergiler hayatın kaçak yolcuları. Cemal Süreya’nın emekli aylığını yatırarak Papirüs’ü çıkarmış olması beni çok etkilemiştir. Kapanan dergileri ‘tasfiye nedeniyle kapatılmıştır’ yazan dükkânlara benzetir, hüzünlenirim. Öykü dergileri bir anlamda ‘gayri resmi toplumsal tarih’, ölülerin yad edildiği dosyalardır. Öykü dergileri kendine ait öyküsü olan, öyküsüz edemeyen ‘deli yürekler’ olduğu sürece çıkmaya devam edecektir.”
DENİZ KESKİN:
“70’li yıllarda öykücülüğümüzün düştüğü boşluğu Füruzan doldurmuştur. Füruzan, öykülerinde toplumsal değişimi, toplumsal değişimden kaynaklanan sorunları, bu sorunlar içindeki bireyin varoluşunu bugüne taşır. Dünyadan kaynaklanan haksızlıklar, yoksulluğun yarattığı hayal kırıklıkları, sevgisizlikler; kadın sorunları, kadın duyarlılığı onun öykülerinin temasını oluşturur.”
CELÂL HAFİFBİLEK:
“Hikâye, hikâye anlatmak değildir. Hikâye tüm insanlığın, dünyanın kendisidir, tanığıdır. Sevgimizi, umutlarımızı, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, sevgi çemberi, gurbet havası içinde anlatan öykülerin yazarı Füruzan… Öykü yazmak isteyenlerin, öncelikle Füruzan’ı okumalarını tavsiye ederim.”
22.11.2007
“TTB BEHÇET AYSAN 2007 YILI ŞİİR ÖDÜLÜ SALİH BOLAT’IN !”
Türk Tabipleri Birliği Behçet Aysan 2007 Yılı Şiir Ödülü sahibini buldu. Ödül Seçici Kurulu 6 Kasım 2007 günü yaptığı değerlendirmede, 2007 yılı ödülünün “Kanıt” adlı kitabıyla Salih BOLAT’a verilmesini kararlaştırdı.
Türk Tabipleri Birliği’nin 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Yangınında yitirdiğimiz Şair, Doktor Behçet Aysan anısına verdiği ödülün bu yıl onüçüncüsü veriliyor.
Ödül Seçici Kurulu, Arif Damar, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu’ndan oluşuyor.
Behçet Aysan Şiir Ödül Töreni 13 Aralık 2007 Perşembe günü saat 19:00'da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi (Kenndy Cad. No:4 Kavaklıdere -ANKARA)’nde yapılacaktır.
Kamuoyuna sunulur.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ
Türk Tabipleri Birliği’nin 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Yangınında yitirdiğimiz Şair, Doktor Behçet Aysan anısına verdiği ödülün bu yıl onüçüncüsü veriliyor.
Ödül Seçici Kurulu, Arif Damar, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu’ndan oluşuyor.
Behçet Aysan Şiir Ödül Töreni 13 Aralık 2007 Perşembe günü saat 19:00'da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi (Kenndy Cad. No:4 Kavaklıdere -ANKARA)’nde yapılacaktır.
Kamuoyuna sunulur.
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ
20.11.2007
Ahmet Erhan
Otobiyografi
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi
Eve hep geç saatlerde gelen babaların ayakizlerinden
yükselen buğu
Bir toprağın dalına dokunamadığı yerde büyüyen
boşluk
Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının ikide bir
durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi
Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Nereye gideceğini yitirmiş yol, uçurum, dağ, bayır, çöl
Bir kuşun kanadından çıkan kav
Bir kibritin ömrünün bir tek sigarayla sınırlı olması
-Alkol, kendileri seni seviyor
Her el titremesinin bir fotoğrafını çekmeli
yanık masa örtülerinin, kırık bardakların
Günışığında her şeyin, her şeyin görünmesi
Gibi iğrenç, gibi gerçek, gibi anlamsız
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Tökezlemiş söz, suskun türkü, rendelenmiş umut
kırıntısı
Şiir... alkolik bir babadan artakalmış sarışın güz boğuntusu
Çıkılmaz buradan artık diyor bir ses, hiç değilse
kapıları iyice örtün
Soğuk, yalnızlığa özenip girmesin içeri
Gibi sinsi, gibi alaycı, gibi bungun
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Kötümserlik, kusmukların çiçek kalıplarına dökülmüş hali
Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada iş mi bu şimdi
Değişimlerin bir türlü dönüşüme varamadığı yerlerde
Aklımı teğelliyor bir çocuk durup dururken
Göbi çılgınlığa, gibi serseriliğe, gibi ölüme
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Parmak damgasının mülkiyete yettiği bir çağda
Yüreğini kağıtlara basmanın bedeli
Damarlara dolan toprak kokusunun hep ölümü çağrıştırdığı
Yaşamın konuşulan en eski lehçesi
Gibi okunmayan, gibi tozlu, gibi gülünç
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Diklendikçe kendi rüzgarından başı dönen gurur
Yürüdükçe yollardan pencerelere yükselen buhur
Çok şey görmüş geçirmişsin biliyorlar
Gibi ölüm, gibi aşk, gibi şiir
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Akdeniz 1958.1.72.60 kg. evli, karısı hamile. iki paket
sigara. sabah dokuz akşam yedi. -sahi ne vardı başka?
Evet, diyorlar ve ekliyorlar:
Önüne geleni öpme isteğiyle dolu bir insancıllık
Sonunda götürse götürse çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi şeyda
Ve keçeuçlu bir kalemle yazıyorlar:
Doğacak çocuğuna ad düşünen nihilizm
Sabahın alacakaranlığında bir uçurum önünde
bekleyen dirim
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar.
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Yalnızlık, ölümün üvey kardeşi
Eve hep geç saatlerde gelen babaların ayakizlerinden
yükselen buğu
Bir toprağın dalına dokunamadığı yerde büyüyen
boşluk
Ayışığında kaldırımları süpüren bir kadının ikide bir
durup, burnunu önlüğünün koluna silmesi
Gibi boğuk, gibi çıldırtıcı, gibi silik
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Nereye gideceğini yitirmiş yol, uçurum, dağ, bayır, çöl
Bir kuşun kanadından çıkan kav
Bir kibritin ömrünün bir tek sigarayla sınırlı olması
-Alkol, kendileri seni seviyor
Her el titremesinin bir fotoğrafını çekmeli
yanık masa örtülerinin, kırık bardakların
Günışığında her şeyin, her şeyin görünmesi
Gibi iğrenç, gibi gerçek, gibi anlamsız
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Tökezlemiş söz, suskun türkü, rendelenmiş umut
kırıntısı
Şiir... alkolik bir babadan artakalmış sarışın güz boğuntusu
Çıkılmaz buradan artık diyor bir ses, hiç değilse
kapıları iyice örtün
Soğuk, yalnızlığa özenip girmesin içeri
Gibi sinsi, gibi alaycı, gibi bungun
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Kötümserlik, kusmukların çiçek kalıplarına dökülmüş hali
Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada iş mi bu şimdi
Değişimlerin bir türlü dönüşüme varamadığı yerlerde
Aklımı teğelliyor bir çocuk durup dururken
Göbi çılgınlığa, gibi serseriliğe, gibi ölüme
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Parmak damgasının mülkiyete yettiği bir çağda
Yüreğini kağıtlara basmanın bedeli
Damarlara dolan toprak kokusunun hep ölümü çağrıştırdığı
Yaşamın konuşulan en eski lehçesi
Gibi okunmayan, gibi tozlu, gibi gülünç
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Diklendikçe kendi rüzgarından başı dönen gurur
Yürüdükçe yollardan pencerelere yükselen buhur
Çok şey görmüş geçirmişsin biliyorlar
Gibi ölüm, gibi aşk, gibi şiir
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar
Akdeniz 1958.1.72.60 kg. evli, karısı hamile. iki paket
sigara. sabah dokuz akşam yedi. -sahi ne vardı başka?
Evet, diyorlar ve ekliyorlar:
Önüne geleni öpme isteğiyle dolu bir insancıllık
Sonunda götürse götürse çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi şeyda
Ve keçeuçlu bir kalemle yazıyorlar:
Doğacak çocuğuna ad düşünen nihilizm
Sabahın alacakaranlığında bir uçurum önünde
bekleyen dirim
Sana artık Ahmet Erhan diyorlar.
11.11.2007
Selim Temo
BAŞKA
sesinizde yalnızlık mı, orman mı
bana biraz benden bahsetseniz
serçeler uyanmadı daha
biraz daha gitmeseniz
kendime bulduğum adları söyleyemem
bir sokak vardı ama uzun bir sokak
ben size gelmiştim, ona akşam dediler
kurmalı bir saatin günahını alarak
bana ölüm çıktı, yaklaştım ona, öptüm
ağzımda yırtık bir geçmiş, yara, tuz
ben ölüm dedikçe evim oluyor
biraz da siz demeyin n’olursunuz
geçtim kedili eşiklerden, -hoş geldiniz ey acı
kapısız evlerden gelmişsiniz, buyrun susun
demek küçük yangınlara alışkın bu çocukluk
hep ardından gidecek o bomboş ruhun
o zaman pencereden sarkın akşam oluyor
bir köprü bir treni geçiyor ansızın
kulağımda bir ses, ama nedir söyleyemem
belki anısıdır yalan bir sözün
“Sincan İstasyonu”
Sayı:1, Eylül 2007
sesinizde yalnızlık mı, orman mı
bana biraz benden bahsetseniz
serçeler uyanmadı daha
biraz daha gitmeseniz
kendime bulduğum adları söyleyemem
bir sokak vardı ama uzun bir sokak
ben size gelmiştim, ona akşam dediler
kurmalı bir saatin günahını alarak
bana ölüm çıktı, yaklaştım ona, öptüm
ağzımda yırtık bir geçmiş, yara, tuz
ben ölüm dedikçe evim oluyor
biraz da siz demeyin n’olursunuz
geçtim kedili eşiklerden, -hoş geldiniz ey acı
kapısız evlerden gelmişsiniz, buyrun susun
demek küçük yangınlara alışkın bu çocukluk
hep ardından gidecek o bomboş ruhun
o zaman pencereden sarkın akşam oluyor
bir köprü bir treni geçiyor ansızın
kulağımda bir ses, ama nedir söyleyemem
belki anısıdır yalan bir sözün
“Sincan İstasyonu”
Sayı:1, Eylül 2007
10.11.2007
Arif Coşkun
1928'de Antakya'da doğdu.
Şair. Antakya Lisesi’nde okudu. Ancak, ortaöğrenimini tamamlayamadı. Defne Hidroelektrik Birliğinde uzun süre çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Varlık, Güneyde Kültür, Yelken, Ataç ve Yeditepe dergilerinde yayımladığı şiirleri ile tanındı.
Yapıtlarından bazıları: Günah Dağları (1962), Uzay Gölü (1964) Ateş Hattı (1966), Taş Kilim (1969), Çıkınımda Anadolu (1972), Barışın Kuyumcuları (1978).
Tel Koptu
Kopan telefon telleri lesinde
Düsünüyorum
Hem evet
Hem hayir
Çözemiyorum dügüm üstüne dügüm
Sularin aydinliginda
Açmis nilüferi ben sanmistim
Kopan iki uçta gurur ve kan
Sikismis iki yürek
Saniyede ne çok sinyal aliyorum ve
veriyorum
Kopan tellerde ne çok orkide
karanfil ölüsü
Arif Coskun
Şair. Antakya Lisesi’nde okudu. Ancak, ortaöğrenimini tamamlayamadı. Defne Hidroelektrik Birliğinde uzun süre çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Varlık, Güneyde Kültür, Yelken, Ataç ve Yeditepe dergilerinde yayımladığı şiirleri ile tanındı.
Yapıtlarından bazıları: Günah Dağları (1962), Uzay Gölü (1964) Ateş Hattı (1966), Taş Kilim (1969), Çıkınımda Anadolu (1972), Barışın Kuyumcuları (1978).
Tel Koptu
Kopan telefon telleri lesinde
Düsünüyorum
Hem evet
Hem hayir
Çözemiyorum dügüm üstüne dügüm
Sularin aydinliginda
Açmis nilüferi ben sanmistim
Kopan iki uçta gurur ve kan
Sikismis iki yürek
Saniyede ne çok sinyal aliyorum ve
veriyorum
Kopan tellerde ne çok orkide
karanfil ölüsü
Arif Coskun
8.11.2007
2008 Orhan Kemal Roman Armağanı
Orhan Kemal Kültür ve Sanat Merkezi tarafından düzenlenen "2008 Yılı Orhan Kemal Roman Armağanı" için başvuru süresi başladı.
Orhan Kemal Kültür Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, "Orhan Kemal Roman Armağanı" 2007 yılı içerisinde yayınlanmış tüm romanlara açık. “Orhan Kemal Roman Armağanı'na katılmak isteyen yayınevleri "Orhan Kemal Roman Armağanı Genel Sekreterliğine" katılım yazısıyla birlikte 10 adet kitap göndermeleri gerekiyor. 35 yıldır düzenlenen "Orhan Kemal Roman Armağanı"nın Seçiciler Kurulu şu isimlerden oluşuyor :
"Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Semih Gümüş, Adnan Binyazar, Refik Durbaş ve A. Kemali Ögütçü"
Orhan Kemal Roman Armağanı için son başvuru tarihi ise 15 Ocak 2008 olarak belirlendi.
Geçen yıl Seçiciler Kurulu, oy birliğiyle Hıfzı Topuz’un ‘Başın Öne Eğilmesin’ romanını ödüle değer bulmuştu.
Orhan Kemal Kültür Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, "Orhan Kemal Roman Armağanı" 2007 yılı içerisinde yayınlanmış tüm romanlara açık. “Orhan Kemal Roman Armağanı'na katılmak isteyen yayınevleri "Orhan Kemal Roman Armağanı Genel Sekreterliğine" katılım yazısıyla birlikte 10 adet kitap göndermeleri gerekiyor. 35 yıldır düzenlenen "Orhan Kemal Roman Armağanı"nın Seçiciler Kurulu şu isimlerden oluşuyor :
"Tahsin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral, Semih Gümüş, Adnan Binyazar, Refik Durbaş ve A. Kemali Ögütçü"
Orhan Kemal Roman Armağanı için son başvuru tarihi ise 15 Ocak 2008 olarak belirlendi.
Geçen yıl Seçiciler Kurulu, oy birliğiyle Hıfzı Topuz’un ‘Başın Öne Eğilmesin’ romanını ödüle değer bulmuştu.
6.11.2007
“forumedebiyat” Sitesi Yayında…
www.forumedebiyat.com
Aziz Yavuzdoğan, yazmayı sevenleri bu sitede buluşturuyor…
Karikatürist Aziz Yavuzdoğan’ın yönetiminde açılan forum sitesinde katılımcılar, edebiyatla ve günlük hayatla ilgili düşüncelerini, yazılarını paylaşıyorlar…
Necati Güngör, Cihan Demirci, Akdağ Saydut, Mustafa Bilgin ve Tekin Ergun’dan oluşan güçlü bir yazar kadrosuyla pazartesi günü yayına başlayan “forumedebiyat” sitesi ilk iki gün içinde büyük ilgi gördü…
Aziz Yavuzdoğan, yazmayı sevenleri bu sitede buluşturuyor…
Karikatürist Aziz Yavuzdoğan’ın yönetiminde açılan forum sitesinde katılımcılar, edebiyatla ve günlük hayatla ilgili düşüncelerini, yazılarını paylaşıyorlar…
Necati Güngör, Cihan Demirci, Akdağ Saydut, Mustafa Bilgin ve Tekin Ergun’dan oluşan güçlü bir yazar kadrosuyla pazartesi günü yayına başlayan “forumedebiyat” sitesi ilk iki gün içinde büyük ilgi gördü…
Akatalpa
AKATALPA, ŞİİR AĞIRLIKLI AYLıK EDEBİYAT DERGİSİ
Kasım 2007, İçindekiler:
Yazar ve Şair isimleri:
Ömer Aksoy
Süreyya Barutçu
Mitat Çelik
Ramis Dara
Nuri Demirci
Melih Elal
Gültekin Emre
Ali Eryüksel
Hilmi Haşal
Mustafa Ergin Kılıç
Serdar Ünver
İhsan Üren
İrfan Yıldız
------------------
Yayın Yönetmeni : Ramis DARA
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü : Melih ELAL
Yönetim Yeri : Melih ELAL, Barış Mh. Adalet Sk. Adaletkent Sitesi H Bl. D:3 16140 Nilüfer - BURSA
Yayın Danışmanları :
İhsan ÜREN, Hilmi HAŞAL,
Serdar ÜNVER, Nuri DEMİRCİ
Yazışma Adresi : Ramis DARA P.K. 68 16361 Ulucami - BURSA
Katkı Payı : 15 YTL (15.000.000 TL)
Posta Çeki : Hilmi HAŞAL adına 584893 numaralı hesap
Elektronik Posta :
akatalpa@hotmail.com
Kasım 2007, İçindekiler:
Yazar ve Şair isimleri:
Ömer Aksoy
Süreyya Barutçu
Mitat Çelik
Ramis Dara
Nuri Demirci
Melih Elal
Gültekin Emre
Ali Eryüksel
Hilmi Haşal
Mustafa Ergin Kılıç
Serdar Ünver
İhsan Üren
İrfan Yıldız
------------------
Yayın Yönetmeni : Ramis DARA
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü : Melih ELAL
Yönetim Yeri : Melih ELAL, Barış Mh. Adalet Sk. Adaletkent Sitesi H Bl. D:3 16140 Nilüfer - BURSA
Yayın Danışmanları :
İhsan ÜREN, Hilmi HAŞAL,
Serdar ÜNVER, Nuri DEMİRCİ
Yazışma Adresi : Ramis DARA P.K. 68 16361 Ulucami - BURSA
Katkı Payı : 15 YTL (15.000.000 TL)
Posta Çeki : Hilmi HAŞAL adına 584893 numaralı hesap
Elektronik Posta :
akatalpa@hotmail.com
4.11.2007
Hatay Amatör Sanatçılar Derneği (HASAD)
Arapça tiyatro oyunuyla seyircinin karşısına çıkarak Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren, bu başarısından sonra üç ayrı ülkede bu oyunu sahneye koyan Hatay Amatör Sanatçılar Derneği (HASAD), sanat çalışmalarına yeni adresinde devam edecek.
Kurtuluş caddesi Döner sokakta, Saklı Ev’in hemen karşısında yer alan tarihi bir Antakya evini kiralayan ve çalışmalarına burada devam edecek olan HASAD başkan ve üyeleri tiyatro sanatçıları, kolları sıvadı, mekanı elden geçirdi ve önceki gün gerçekleştirilen etkinlikle yeni binalarının resmi açılışını gerçekleştirdi.
Dernek binasının açılışını MKÜ Rektörü Şerafettin Canda ile Armutlu Mahallesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı …….. Nurlu yaptı.
Rektör Canda, açılışta yaptığı konuşmada, HASAD’ın yeni yerinde büyük projelere imza atacağına inandığını söyledi, başarılarının devamını diledi, sanatın ve sanatçının önemine dikkat çekti.
HASAD başkanı Sedat Doğan da yaptığı konuşmada, derneklerinin yeni yerinde bu açılış gününde kendilerini yalnız bırakmayan konuklara teşekkür etti ve şunları dile getirdi: “Bizler Hatay Amatör Sanatçılar Derneği olarak istedik ki, sanatın çeşitli alanlarında etkinlikler yapabileceğimiz, sanatseverlerle buluşabileceğimiz ve üretim yapabileceğimiz bir yerimiz olsun. Amacımız başta Antakya olmak üzere bölgemizde sanatsal faaliyetler ile adını duyuran bir dernek olabilmek. Yapacağımız çeşitli sanatsal etkinlikler ile 7’den 77’ye her kesimi hayatın karmaşasından biraz olsun uzaklaştırarak sanatla nefes almalarını sağlamak. Yaklaşık 10 yıldır faaliyette olan derneğimiz yeni yerine taşınmakla yeni bir oluşumun içine girmiş bulunuyor. Bu oluşumda ki hedefimiz toplum adına daha çok üretmek, sanatsal faaliyetlerle adımızı daha çok duyurmak ve belki de en önemlisi toplumda sanatsever bireylerin yetişmesine önem verip destek olmak. İnanıyoruz ki ne kadar çok insanımızı sanatın herhangi bir dalı ile buluşturursak toplum da o derece gelişir, güzelleşir ve çağdaş bir toplum olma yolunda ilerler. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir deyişine yürekten inanıyor ve hepinizin katkısı ile hayat damarımızın kopmaması adına açılışımıza katılarak verdiğiniz desteğe şükranlarımı sunar sanat dolu yarınlar dilerim.”
Başarılı oyuncu ve tiyatro yönetmeni Vecdi Koçak da açılışta yaptığı konuşmada, Sanatçıların mutluluk ve kardeşlik dağıttığını söyledi, HASAD’ın da gittikçe büyüyen çizgisiyle, insanların kardeşçe mutlu olması için çaba sarf edeceğini vurguladı.
Kurtuluş caddesi Döner sokakta, Saklı Ev’in hemen karşısında yer alan tarihi bir Antakya evini kiralayan ve çalışmalarına burada devam edecek olan HASAD başkan ve üyeleri tiyatro sanatçıları, kolları sıvadı, mekanı elden geçirdi ve önceki gün gerçekleştirilen etkinlikle yeni binalarının resmi açılışını gerçekleştirdi.
Dernek binasının açılışını MKÜ Rektörü Şerafettin Canda ile Armutlu Mahallesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı …….. Nurlu yaptı.
Rektör Canda, açılışta yaptığı konuşmada, HASAD’ın yeni yerinde büyük projelere imza atacağına inandığını söyledi, başarılarının devamını diledi, sanatın ve sanatçının önemine dikkat çekti.
HASAD başkanı Sedat Doğan da yaptığı konuşmada, derneklerinin yeni yerinde bu açılış gününde kendilerini yalnız bırakmayan konuklara teşekkür etti ve şunları dile getirdi: “Bizler Hatay Amatör Sanatçılar Derneği olarak istedik ki, sanatın çeşitli alanlarında etkinlikler yapabileceğimiz, sanatseverlerle buluşabileceğimiz ve üretim yapabileceğimiz bir yerimiz olsun. Amacımız başta Antakya olmak üzere bölgemizde sanatsal faaliyetler ile adını duyuran bir dernek olabilmek. Yapacağımız çeşitli sanatsal etkinlikler ile 7’den 77’ye her kesimi hayatın karmaşasından biraz olsun uzaklaştırarak sanatla nefes almalarını sağlamak. Yaklaşık 10 yıldır faaliyette olan derneğimiz yeni yerine taşınmakla yeni bir oluşumun içine girmiş bulunuyor. Bu oluşumda ki hedefimiz toplum adına daha çok üretmek, sanatsal faaliyetlerle adımızı daha çok duyurmak ve belki de en önemlisi toplumda sanatsever bireylerin yetişmesine önem verip destek olmak. İnanıyoruz ki ne kadar çok insanımızı sanatın herhangi bir dalı ile buluşturursak toplum da o derece gelişir, güzelleşir ve çağdaş bir toplum olma yolunda ilerler. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir deyişine yürekten inanıyor ve hepinizin katkısı ile hayat damarımızın kopmaması adına açılışımıza katılarak verdiğiniz desteğe şükranlarımı sunar sanat dolu yarınlar dilerim.”
Başarılı oyuncu ve tiyatro yönetmeni Vecdi Koçak da açılışta yaptığı konuşmada, Sanatçıların mutluluk ve kardeşlik dağıttığını söyledi, HASAD’ın da gittikçe büyüyen çizgisiyle, insanların kardeşçe mutlu olması için çaba sarf edeceğini vurguladı.
3.11.2007
İ.Deniz Aslan
Eksik Bir
ıslandığımda
ağırlaştım bir ağaç gibi
hayal düştü aklıma kara kara,
kuşluklarda..
ıslandığımda
çiçeklerin nehir kokusu dağıldı
şeytan yüzüne çaldı rengi bulutların
yürüdüm sinsi adımlarıyla
buhurun kalbimdeki tortusunu
ceset bahşeden feryadını gördüm tanrıların
ıslandığımda
taşların arasından sızan
sesini duydum..
ağır ağır kapı aralığıma kadar
geldi, gece, gitmek için
beklemedim..
anlamın kayboldum içinde
mezarına kuşlar kondu annemin
anladım, kayboldun içimde..
"Dize" Eylül 2007
ıslandığımda
ağırlaştım bir ağaç gibi
hayal düştü aklıma kara kara,
kuşluklarda..
ıslandığımda
çiçeklerin nehir kokusu dağıldı
şeytan yüzüne çaldı rengi bulutların
yürüdüm sinsi adımlarıyla
buhurun kalbimdeki tortusunu
ceset bahşeden feryadını gördüm tanrıların
ıslandığımda
taşların arasından sızan
sesini duydum..
ağır ağır kapı aralığıma kadar
geldi, gece, gitmek için
beklemedim..
anlamın kayboldum içinde
mezarına kuşlar kondu annemin
anladım, kayboldun içimde..
"Dize" Eylül 2007
Salih Mercanoğlu
Nijinsky
yıldız parıltısını esirgedi benden
bir dağ eteğinde ellerim karın üstünde
o an ölümün yaklaştığını gördüm
acı çığlığımı güçsüzlüğüm duydu sadece.
çünkü kutsandım; hem felsefe
tanrı istedi diye beni derviş,
beni bilge eylemedi mi cümle aleme?
yitik bellek, tanrı’nın titrek yaprağı
kop dalından düş zamanın ağır göğsüne.
şimdi ipek kravata damlıyor gözyaşım
sızıyor bir dilencinin arsız avucuna
beni anlayan ağaca şükür, yaratan uçuruma
gidip geliyor aşk, tanrısız bir pars
gibi dans ederek sokuldukça gövdeme.
biri ağlasa ona öykündüğümü bilir gök
yeryüzü sınırların tarihidir der: çevir yüzünü
bak bana, aradığın sonsuzluk öyleyse
ve sonsuzluk bir parça aşk, görürsün onu
yanıma gel yarasalar gözlerinden çekilince.
çünkü tanrı da deli: yoksa yaratıp
izler miydi böyle sayrıl bir âlemi
ey çelişki, ikonalara konmuş güvercin!
ne olur biraz sevgi başka ne isteyim
neyleyim dilim donmuş, ellerim karın üstünde.
“Akatalpa” Ekim 2007
yıldız parıltısını esirgedi benden
bir dağ eteğinde ellerim karın üstünde
o an ölümün yaklaştığını gördüm
acı çığlığımı güçsüzlüğüm duydu sadece.
çünkü kutsandım; hem felsefe
tanrı istedi diye beni derviş,
beni bilge eylemedi mi cümle aleme?
yitik bellek, tanrı’nın titrek yaprağı
kop dalından düş zamanın ağır göğsüne.
şimdi ipek kravata damlıyor gözyaşım
sızıyor bir dilencinin arsız avucuna
beni anlayan ağaca şükür, yaratan uçuruma
gidip geliyor aşk, tanrısız bir pars
gibi dans ederek sokuldukça gövdeme.
biri ağlasa ona öykündüğümü bilir gök
yeryüzü sınırların tarihidir der: çevir yüzünü
bak bana, aradığın sonsuzluk öyleyse
ve sonsuzluk bir parça aşk, görürsün onu
yanıma gel yarasalar gözlerinden çekilince.
çünkü tanrı da deli: yoksa yaratıp
izler miydi böyle sayrıl bir âlemi
ey çelişki, ikonalara konmuş güvercin!
ne olur biraz sevgi başka ne isteyim
neyleyim dilim donmuş, ellerim karın üstünde.
“Akatalpa” Ekim 2007
Murathan Çarboğa
İçimdeki Ceset
------------------------------“Çocuk ölümleri için, yas ile…”
“Adam uyandığında kadın yere yatmıştı.Gökyüzüne bakıyordu. Çocuk yanında duruyordu. Onu da bluzuna sarmıştı.
“Ne oldu?” diye sordu adam.
Kadın hiç kımıldanmadı. “Çocuk öldü.” diye cevap verdi. Adam yerinden fırladı. “Öldü mü?” dedi adam. “Demek öldü?!”
“Sen uyuduğun sırada o öldü” dedi kadın.
“Neden beni uyandırmadın?”
“Neden seni uyandırayım ki” diye sordu kadın.”
WOLFDİETRİCH SCHNURRE
(Kaçarken)
ağacın şarkısı bu: akşamdan ürken rüzgâr ve çıkrık iniltileri, susamış
hayâlin izinde.yapraklar arasında ürperen unutuş, sabah olmayacak
korkusu kuşların soluğunda. çocuğun kıyılarına vuran uğultu; uzakta,
günlerin ölüsü üzerine kırılıp düşen huzur… boğulmuş bahçeleri
biriktiren manzara…yalnızlığın şarkısı bu: mecbursun yazgına…
oyunların dışında kaldı suskunluğum, paylaşıldı bilyeler, sokaklar
sobelendi, saklandığım yerde unutuldum. eşiklere sığınıp beklemek
hayatın anımsayan yüzünü, küfretmek, düşlerin terkisinde koşturmak
top peşinde ve susayıp ağız dayamak komşu çeşmelere… pencere
camlarına yapışmış her çocuk kederin mührünü taşır gözlerinde.
ceviz ağaçlarının altında yağmuru bekleyen sevinç, karanlığa duman
olan babanın hüznü, buğusu tüten bir ceset taşıyorum işte, yenildim.
şiire sarılan çocuğun müntehir düşleri ufalanıyor ellerimde, duâlarla
ana rahmine bağışlanmış umut tükendi artık. söz verilmiş kurbanların
arzulu kanı sızıyor boğazımdan, çürüyor saçlarımı saklayan sandık.
kardeşlerimin çocuk gözleri kara kara bakıyor hâlâ, babam gün aşırı
ölüyor yeniden. kapanan kapıların kalbime çakılan sesi ve duâlar,
isyanı müjdeleyen duvar. aynalara çarpıyor yarım kalmış sözler,
babam yüzümde susuyor, yaşlanıyor inancım. şiirin bataklığında
kaybolmak sessizce ve unutmak mutsuzluğu, yanıldım!.. yanıldım…
zaman ilerliyor çarparak meridyenlere, çoğalıyor içimdeki ceset,
ölü çocuklar topluyor yelkovan yeryüzünün enlemlerince. açlığın
usta hançeri ve kurşun ırmakları dağıtıyor bilyeleri. kan lekeleri
bez bebeklerin eteğinde, cehennem ateşleri… gökyüzüne koşuyor
çalınmış şarkılar, iki adımlık mezarlar yarılıyor toprağın sızılı etine…
rüzgârla konuşacak sözcüklerim yok artık, tenhaya yürüyen ıslak
bir köpek gençliğim. camlardan yansıyan hayâlim su veriyor kederin
ışıksız çiçeğine, yenildim. şapkamdan çıkan imgeler uçup gitti
sökülmüş bahçelere, oyunların dışında kaldım yine, ölümü beklemeliyim…
Taflan Şiir Dergisi
Ekim-Aralık 2007
------------------------------“Çocuk ölümleri için, yas ile…”
“Adam uyandığında kadın yere yatmıştı.Gökyüzüne bakıyordu. Çocuk yanında duruyordu. Onu da bluzuna sarmıştı.
“Ne oldu?” diye sordu adam.
Kadın hiç kımıldanmadı. “Çocuk öldü.” diye cevap verdi. Adam yerinden fırladı. “Öldü mü?” dedi adam. “Demek öldü?!”
“Sen uyuduğun sırada o öldü” dedi kadın.
“Neden beni uyandırmadın?”
“Neden seni uyandırayım ki” diye sordu kadın.”
WOLFDİETRİCH SCHNURRE
(Kaçarken)
ağacın şarkısı bu: akşamdan ürken rüzgâr ve çıkrık iniltileri, susamış
hayâlin izinde.yapraklar arasında ürperen unutuş, sabah olmayacak
korkusu kuşların soluğunda. çocuğun kıyılarına vuran uğultu; uzakta,
günlerin ölüsü üzerine kırılıp düşen huzur… boğulmuş bahçeleri
biriktiren manzara…yalnızlığın şarkısı bu: mecbursun yazgına…
oyunların dışında kaldı suskunluğum, paylaşıldı bilyeler, sokaklar
sobelendi, saklandığım yerde unutuldum. eşiklere sığınıp beklemek
hayatın anımsayan yüzünü, küfretmek, düşlerin terkisinde koşturmak
top peşinde ve susayıp ağız dayamak komşu çeşmelere… pencere
camlarına yapışmış her çocuk kederin mührünü taşır gözlerinde.
ceviz ağaçlarının altında yağmuru bekleyen sevinç, karanlığa duman
olan babanın hüznü, buğusu tüten bir ceset taşıyorum işte, yenildim.
şiire sarılan çocuğun müntehir düşleri ufalanıyor ellerimde, duâlarla
ana rahmine bağışlanmış umut tükendi artık. söz verilmiş kurbanların
arzulu kanı sızıyor boğazımdan, çürüyor saçlarımı saklayan sandık.
kardeşlerimin çocuk gözleri kara kara bakıyor hâlâ, babam gün aşırı
ölüyor yeniden. kapanan kapıların kalbime çakılan sesi ve duâlar,
isyanı müjdeleyen duvar. aynalara çarpıyor yarım kalmış sözler,
babam yüzümde susuyor, yaşlanıyor inancım. şiirin bataklığında
kaybolmak sessizce ve unutmak mutsuzluğu, yanıldım!.. yanıldım…
zaman ilerliyor çarparak meridyenlere, çoğalıyor içimdeki ceset,
ölü çocuklar topluyor yelkovan yeryüzünün enlemlerince. açlığın
usta hançeri ve kurşun ırmakları dağıtıyor bilyeleri. kan lekeleri
bez bebeklerin eteğinde, cehennem ateşleri… gökyüzüne koşuyor
çalınmış şarkılar, iki adımlık mezarlar yarılıyor toprağın sızılı etine…
rüzgârla konuşacak sözcüklerim yok artık, tenhaya yürüyen ıslak
bir köpek gençliğim. camlardan yansıyan hayâlim su veriyor kederin
ışıksız çiçeğine, yenildim. şapkamdan çıkan imgeler uçup gitti
sökülmüş bahçelere, oyunların dışında kaldım yine, ölümü beklemeliyim…
Taflan Şiir Dergisi
Ekim-Aralık 2007
Nilgün Marmara (1958-1987)
Kuğu Ezgisi
Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
Büyüsünü bir içtenlikten alırsa
Kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!
"Yazılıkaya" Ekim 2007
Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
Büyüsünü bir içtenlikten alırsa
Kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!
"Yazılıkaya" Ekim 2007
Bâki Ayhan T.
Taşınma Sonrası
insan ille de doğduğu yere benzemez ya!
hiçbir yere benzemiyorum
hiçbir yer bana
bir şey söylemiyor taşınma sonrası
hırçın odalarda
geçmişten silkinen dağınık masa
kadifeyi kışkırtan sessizlik
lambayı kısan zaman
eşyaları uzaklaştıran
hiçbir şey bana
pencere yerinde duruyor: dursun
ama rüzgâr şaşırtıcı
alıp götürmüş pencerenin kanatlarını
kuşların boşluklara bakıp bakıp
çığlığından anlıyorum
ruhumun kanadığını
kırılan gurur
çatlayan kemik
nasıl iyileşirse yavaş
öyle yürüyorum hayata
hiçkimseye benzemeyişimden
ve benzemeyişinden
hiçkimsenin bana
“yeniyazı”sayı:1
insan ille de doğduğu yere benzemez ya!
hiçbir yere benzemiyorum
hiçbir yer bana
bir şey söylemiyor taşınma sonrası
hırçın odalarda
geçmişten silkinen dağınık masa
kadifeyi kışkırtan sessizlik
lambayı kısan zaman
eşyaları uzaklaştıran
hiçbir şey bana
pencere yerinde duruyor: dursun
ama rüzgâr şaşırtıcı
alıp götürmüş pencerenin kanatlarını
kuşların boşluklara bakıp bakıp
çığlığından anlıyorum
ruhumun kanadığını
kırılan gurur
çatlayan kemik
nasıl iyileşirse yavaş
öyle yürüyorum hayata
hiçkimseye benzemeyişimden
ve benzemeyişinden
hiçkimsenin bana
“yeniyazı”sayı:1
Gonca Özmen
Böyle Rüzgarlar
Böyle şeyler oluyor işte böyle rüzgarlar
Bu güz balkonu beni çağırıyor
Neyi dağıtıyor elin akşamda
Ben saçlarımı topluyorum ırmakları da
Sonra gidip bir şiirin önünde soyunuyorum
Bir çocuğu öpüyorum adı sevişmek oluyor
Her şey bizden ayrı
Her şey biz varken yan yana oluyor
Bu oluşa biraz keder ekliyorum
Ellerinde bir ağaç
Ellerinde telaşlı bir ağaca bakıyorum
Mutluluk bir açılıyor kapanıyor sonra
Sen oturup şeftali yiyorsun
Otlar diyorum yürüyor görmüyorsun
Sıkıntılı bir yağmur geçiyor pencerelerden
Kendime sesleniyorum ses vermiyor
Ah sevgilim aramızda bir iğne
Beni sana dikiyor
"Kitap-lık"
Böyle şeyler oluyor işte böyle rüzgarlar
Bu güz balkonu beni çağırıyor
Neyi dağıtıyor elin akşamda
Ben saçlarımı topluyorum ırmakları da
Sonra gidip bir şiirin önünde soyunuyorum
Bir çocuğu öpüyorum adı sevişmek oluyor
Her şey bizden ayrı
Her şey biz varken yan yana oluyor
Bu oluşa biraz keder ekliyorum
Ellerinde bir ağaç
Ellerinde telaşlı bir ağaca bakıyorum
Mutluluk bir açılıyor kapanıyor sonra
Sen oturup şeftali yiyorsun
Otlar diyorum yürüyor görmüyorsun
Sıkıntılı bir yağmur geçiyor pencerelerden
Kendime sesleniyorum ses vermiyor
Ah sevgilim aramızda bir iğne
Beni sana dikiyor
"Kitap-lık"
27.10.2007
Taflan Şiir Dergisi
Ekim-Kasım-Aralık 2007
Sayı: 3
İÇİNDEKİLER:
Fatma N. - Histamin
Ahmet Ada - Kanto XXXI- Kanto XXXV
Hüseyin Avni Cinozoğlu - 2007 Kısa Patagonya Tarihi
Soruşturma
Katılanlar:
Veysel Çolak, Hüseyin Avni Cinozoğlu, Çiğdem Sezer, Hayriye Ünal, Eren Aysan, Nurduran Duman, Ayşe Nalan, Deniz Durukan
Atakan Özen – Çirkin
İsmet Kiraz - Şiirin Kuruluş Bildirgesi
İhsan Topçu - Oradan Bakan Kim
A. Galip - A. Galip Gider
Bengü Özsoy - Devlet
Nihat Ateş - Kuytu Kütüphanenin Rafları
Deniz Keskin - Nitumur in Wetitum…
Outis - Dramatik Şiirler'den
Ahmet Ada - Neden Şiir Yazılır?
Söyleşi:
Faruk Bal - Murathan Çarboğa ile “Yağmalanmış Hayal” Dosyası Üzerine
Murathan Çarboğa - İçimdeki Ceset
A. Nail - Şamandıradaki Bulut
A. Barış Ağır - Gürültü
Perihan Baykal - Karmen Güllü Hançer
Nuri Erkal - Bulut'un Rahmeti
Baki Yiğit - Harold Pinter'den Çeviri Şiirler
Hüseyin Bozkurt - Dila-z
Yaser Bereketoğlu - Bekliyorum
Seyyid Kamil - Şiirin İpek Böceği ya da Enver Gökçe
Tuna Başar - Hayat Notları-VII
Sami Arslan - Frapan
Hakan Kartal - Buralara Aşk'ı Sormayınız
Okan Alay - Avuntu
Hayrettin Geçkin - Sokaklar Bana Alıştı
A. Uğur Olgar - Aşkın Zamanaşımı Yoktur / Azer
Asiye Kamber - Yirmi İkinci Sokakta Aşk Tutulması
Engin Damcı - Aynada Saklanan
İ. Deniz Aslan - Yalan
-------------------------------------------------------------------------------------
Taflan
Üç Aylık Şiir Dergisi
ISSN 1307-4539
Yazı İşleri Müdürü ve Genel Yayın Yönetmeni
Faruk Bal
Yayın Kurulu
A. Nail
İ. Deniz Aslan
Onur Aslan
Yazışma Adresi
P.K. 125 Antakya / HATAY
E-posta
taflandergi@gmail.com
Web
www.taflandergisi.blogspot.com
Abone Koşulları
Onur Aslan adına (5193808) no'lu posta çeki hesabına 15 YTL yatırarak adresinizi posta ya da mail yoluyla bildirmeniz yeterlidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)